5 Aralık 2013 tarihli bianet’te yayınlanan Şadiye Dönümcü’nün “Demirkubuz, Gezi’yle İlgili Film Yapmam, Ama Yapılanı İzlerim” haberini okuduğumda, Sait Faik’in dediği gibi, yazmasam duramazdım.
Haber, bir sinema söyleşisi haberi ama konuşan Zeki Demirkubuz olunca, haberin konusu sinemadan edebiyata, oradan felsefeye uzanan derinlikte. Elbette haberi yapan Dönümcü’nün katkıları ayrı bir teşekkürü hak ediyor.
Dostoyevski, Demirkubuz’un adeta kutup yıldızı. Öyle olunca da yönetmen, filmleri yoluyla varlığa ve özellikle insana dair ‘içsel’ durumlarla/sorunlarla cebelleşip duruyor. Demirkubuz filmlerinde ‘hayat’ kapanan bir eğri olmadığından, senaryonun ucu her zaman açık bırakılır.
Demirkubuz’un sineması elbette sorun çözmek, açıklayıcı olmak, görüngülerin aktarıcısı olmak gibi sinema sanatını didaktikleştiren değil, tersine, insan varlığının karmaşıklığı üzerine düşünmeye ve insanı anlamaya yönelik bir çabaya sevk eder niteliğe sahip. Bunu yaparken de, (farkında olan) izleyiciyi, ilkin kendi iç dünyasına yönlendiriyor. Tıpkı Dostoyevski’nin romanları gibi.
Aslında yazımın konusu Demirkubuz sineması değil. Hem sinema sanatı, üzerine fazla yazabileceğim bir alan da değil. Yazmasam duramazdım dediğim konu, Şadiye Dönümcü’nün kaleme aldığı bu harika haberin son paragrafı.
Dönümcü şöyle yazıyor: “Dışarıya, Ankara’nın soğuğuna çıktığımda Demirkubuz’un alıntılayarak söylediği ‘Akşam olunca insanın gidecek bir evi olmalı’ cümlesi geçiyor yüreğimden önce; sonra da ‘Hayatın içindeki bir dönemde birbirleri için canını veren insanların, gündelik hayatta bir bardak su ya da elmayı kıskandığını gördüm’, mealindeki cümlesi. Hızlı adımlarla evime giderken ikinci cümleyi evirip çeviriyorum kafamda; nedense.”
Ölümüne Fedakarlığın Elmaya Yenilmesi!
Dönümcü’nün, ikinci cümleyi kafasında evirip çevirmesi insan varlığına dair çok önemli bir sorunun/gerçekliğin farkındalığına işarettir. “Nedense” diye sorması isabetli ve cümledeki sorunun neden(ler)ini bulabilir mi, bilemem. Bu soru hepimiz için geçerli; evet, neden böyledir?
Ben bunu, konunun pratiğine sahip biri olarak 35 yıldır kafamda evirip çeviriyorum. Bir dönem birbirleri için ölümü göze alanlar neden gündelik hayatta basit şeyler için birbirleriyle kavga ederler?
Sevginin aşkınlığında birbirleri için eriyebilen sevgililer, evlendikten bir süre sonra birbirlerine ağır yaralar açarak ayrılabilirler. Bir dönemin fedakar kardeşlikleri, gün gelir düşmanlık içeren çatışmalar yaşayabilirler. Ancak bu sorunun beni en çok ilgilendiren tarafı, siyasal mücadeleler tarihindeki oluş şekilleridir.
İnsanın bu halinin, en çok da siyasal mücadeleler döneminde kendini gösterdiğini, özellikle de cezaevi koşullarında bir kusmuk gibi ortaya boca edildiğini biliyoruz.
Ancak aynı cezaevi koşullarında daha çok bunun tersine, arkadaşlar arasında güçlü dayanışmaların, fedakarlıkların, paylaşımların yaşandığını da biliyoruz. Ve nice insanların yüreklerinde nice dostlukların sıcaklığı kokar taze bir ekmek gibi.
Yakın geçmişimizde binlerce örnek vardır; en basit bir afişlemede bile, afiş asanları korumakla görevli yoldaş, bu eyleme müdahale eden polis, asker veya faşist saldırganlara karşı afiş asan yoldaşlarını korumak ve onların kaçmasını sağlamak için ölümü bile göze alacak şekilde çatışmaya girer.
Bir baskın anında, yoldaşlar hem kendilerini hem de birbirlerini korumaya çalışır ve özellikle içlerinden sağ çıkması gereken birisi varsa, onun kaçabilmesi için kendilerini feda edebilirler.
Mücadele arkadaşları birbirleri için birçok risk üstlenebilir, ölüm riski de dâhil birçok tehlikeyi göze alabilirler. Onlarca yıl ceza alacaklarını bildikleri halde, mücadeleye daha çok yararı olacağını düşündükleri yoldaşlarının dışarıda olması için onların yaptıkları eylemleri dahi üstlenebilirler.
Özellikle yoldaşını ele vermemek için akıl almaz işkencelere katlanabilirler. Türkiye sol mücadeleler tarihinde bunun gibi binlerce yaşanmışlık vardır.
Bir ideoloji, bir inanç ve özellikle de sisteme muhalifliği yeni bir dünya kurmanın paradigması üzerinden yürütenlerin taşıyıcıları, nasıl olur da, birbirinin gözünü oyacak hale gelir?
Ölüm riskini paylaşanlar, nasıl olur da bir ekmeği paylaşamazlar?
İşkence altında arkadaşının adını söylememek için dişlerini sıkarak dilini tutanlar, nasıl olur da bir başka koşulda aynı arkadaşı için küfrün dilini kullanırlar?
Bir zamanlar birlikte yemek yerken arkadaşının yemek yeme biçimini sorun olarak görmeyen biri, cezaevindeyken aynı arkadaşının yemek yerken neden ağız şapırtısına sinir olur?
Neden yürüyüşler, duruşlar, konuşma biçimleri, giyim şekilleri göze batar? Ve ölümü paylaşabilecek kadar fedakâr olanlar, neden gündelik yaşamın içinde çatışmaya düşerler?
Neden…
Doğrusu, nedenlerini yeterince bilmiyorum.
İnsanın dar alanlara ve zor koşullara sıkıştırılmışlığı, insanın ‘geniş’ koşullarda ortaya çıkmayan özelliklerinin açığa çıkmasına önemli bir ortam sağladığından söz edilebilir. İnsan ‘geniş’ koşullarda sevgilisinin veya yoldaşının kimi olumsuzluklarını/eksiklerini göremez çünkü onun böyle bir sorunu yoktur ya da bunlar her ne ise, o koşullarda sorun değildirler.
İnsan doğasının zaman ve mekâna göre değişkenlikler göstermesinden söz edilebilir. Bastırılmış duygular magması, koşulların açtığı çatlaktan yüzeye fışkırabilir ve bunun önünde ideoloji, inanç, kültür, ahlak değerleri gibi bentler duramaz. İnsanın kendine ait dünyasını, fiziksel koşulların darlığı nedeniyle yaşayamamasının getirdiği streslerden söz edilebilir.
Öyle ya, dışarıda beğenmediğin bir ortamdan/durumdan zaman ve mekansal bağlamda daha kolay kaçabilme imkanı varken, içerde böyle bir imkan yoktur. Paylaşma ve çatışma bilincinin koşullara göre yer değiştirebildiğinden söz edilebilir. Nesnel koşulların dava insanı olma öznesini etkisizleştirmesinden söz edilebilir vs. Sonuçta birey bireydir işte! Yani insan denilen karmaşık mı karmaşık bir yapı!
Bunlar aynı zamanda psikiyatrinin konuları. Ancak bildiğim, bu yaşanmışlıklardan ve yaşanacak benzeri durumlardan hareketle, bir siyasi yapının yargılanamayacağıdır.
Bir diğer deyişle bu tavırlar, onların ait oldukları siyasi yapılardan tümüyle bağımsız olmasa da, o siyasi paradigmanın ‘doğruluğunun’ veya ‘yanlışlığının’ göstergelerinden olamaz! Ayrıca tekrar etmekte fayda görüyorum; cezaevlerinde de dayanışmacı ve paylaşımcı durumlar, böylesi çatışmacı durumlardan kat kat fazlaydı.
Sorunun nedenlerini açıklayamadığım bir yazıyı neden yazdığım sorulabilir. İnsan üzerine daha derin düşünmeyi önermek için diyebilirim. Ara sıra iç yolculuklara çıkmayı teşvik ve biraz da olsa, kendimizi tanımak için diyebilirim. Klişelerden ve büyük laflar etmekten sakınmak için diyebilirim.
Meramımı anlatmaya katkısı olacağından, söyleşi haberindeki alıntıyla yazıma son verirken, Dostoyevski’yi (tekrar) okumayı önerebilirim. Demirkubuz diyor ki, “Daha çok bildiklerim değil sorguladıklarım üzerinden gitmeye başladım. Hayatı, bütünü anlamak; kötülüğü anlamaktan geçiyor.”
Peki, kötülük nedir?
Ya da ölümüne fedakarlığın elmaya veya bir bardak suya yenilmesi kötülük müdür? (HŞ/YY)