Amsterdam’ın Kraliyet Tiyatrosu Carré’de yapılan açılış töreniyle 2023 yılının IDFA’sı başladı. Festivalin artistik direktörü Orwa Nyrabia, 3 binden fazla sektör temsilcisinin davet edildiği etkinliğin bugüne kadarki en geniş katılımlı festival olacağını şimdiden duyurdu. Yolculukları Amsterdam’da başlayan birçok belgeselin yolunun açık ve uzun olmasını diledi, yaratıcılarının da sektörün istikbalini belirlemesini temenni etti. Geçirmekte olduğumuz berbat dönem sırasında festivalin ne kadar değerli ve yararlı olduğundan dem vurdu; yeryüzünde çok kalabalık olmamıza ve her zaman hemfikir olmamamıza rağmen paylaştığımız gezegen hakkında beraberce düşünebilmemizin önemine dikkati çekti.
Açılış filmi Ukrayna’dan
IDFA’nın açılış filmi Ukrayna, Fransa, Almanya ortak yapımı “A Picture to Remember” oldu. Yönetmenliği Olga Chernykh tarafından kotarılmış yapım, sinemacının ilk uzun metrajlı belgeseli; Ukrayna’da devam eden savaş ve şiddet dolu mazi çok şahsi ve deneysel bir tavırla işlenmiş.
Hadiseler üç nesilden oluşan bir kadınlar prizması aracılığıyla seyirciye yansıyor: Yönetmen, annesi ve büyükannesi. İletişim ve samimiyet arayışı içindeyken amatörce çekilmiş aile filmleri, konuşma kayıtları ve haber görüntüleri yönetmen ile büyükannesi arasındaki mesafenin kapanabilmesi için zarafetle kullanılıyor. Ortaya çıkan netice gayet kaleydoskopik olup seyirci zamanda akışkanlığı olan bir filmle baş başa kalıyor.
Genelde tüm IDFA’ların açılışında gösterilen filmler gibi Olga Chernykh imzalı belgesel de IDFA Bertha Fund desteğiyle çekilmiş. “A Picture to Remember” 2023’ün IDFA’sında ilk filmlerin yarıştığı klasmanın ödülü için şansını deneyecek.
Amsterdam yine streste
Uçaktan indiğimde Amsterdam’ın merkezine ulaşabilmek üzere tren bileti almak için tahsis edilmiş makinelerde bir gariplik sezdim. Hepsinin üstüne el yazısıyla bir uyarı eğreti biçimde iliştirilmişti: Makineler banknotla değil, sadece madeni parayla çalışıyordu. Bozuk param vardı ancak yetersizdi. Havaalanı keşmekeşinin ortasında, bankamsı bir işletmede paramı bozabileceğimi söylediler, fakat tezgâhın arkasında çalışan genç adam beni bu işleri yapmaya talim etmiş gibi görünen bir elektronik eşya satıcısına yönlendirdi. Yeterli İngilizceme rağmen ne istediğim zar zor anlaşıldı, aralarında patron kılıklı olanı dahil iki kişi kasayı herhangi bir satış olmadan açmakta epeyce zorlandı. Yardımlarına hızır gibi bir genç kadın yetişti ve kasayı anında açtı; bir kısmı madeni olmak üzere parayı bana iade ederken “Bozmak üzere verdiğiniz banknot 10’luk mu, yoksa 20’lik miydi?” sualini yarı şaka yarı ciddi sorarak beni tarttı.
Taksicilik zor zanaat
Kentin merkez garına ulaşıp festival merkezi olan Uluslararası Amsterdam Tiyatrosu (ITA) binasına ulaşabilmek için taksiye binerken gayet bakımlı sakallara sahip dazlak şoför de beni tartmaya karar vermişti. Bavulumu bagaja yerleştirmiş olmamıza rağmen UBER’le gittiğim takdirde aynı mesafeyi neredeyse üçte bir bedelle katedebileceğimi söyledi. Akıllı telefon kullanmadığım için öyle bir ihtimalin olmadığını, kendisiyle herhangi bir pazarlığa girmemiş olmama rağmen bana niye bu mevzuyu açtığını anlamadığımı ilettim. Asabım bozulmuş halde “Sonuçta oldum olası tüm dünyada bir taksiye binersin, gideceğin yere vardıktan sonra taksimetre hesabıyla parası neyse ödersin ve inersin” dedim. O ise istifini bozmadan “Amsterdam’da taksimetre yok!” derken etrafımız aynı fabrikadan çıkmışa benzeyen, telaffuzlarından ve antropolojik görünümlerinden Arap olduklarını anladığım başka şoförlerle sarılmış, benimki bir diğerine “Ben bunu götürmem, sen götür” diyordu.
Argümanımı hürmetle dinleyen ikinci şoför ödemeye baştan razı olduğum, kendi belirlediği ücreti alırken tiyatronun tam olarak nerede olduğunu bilmediğinden beni yakınlarında indirdi; ayrılırken elimi sıkmayı bir barış işaretiymiş kadar önemsedi.
Kalpazanlar işbaşında
Festival akreditasyonumu aldıktan sonra misafir olacağım arkadaşlarımın eve dönüş saatini beklemek üzere tiyatronun restoranına geçtim ve siparişimi verirken masada daha önce dikkatimi çekmemiş, yine el emeği ama bu defa şirin bir desenle kotarılmış bir uyarıyla daha karşı karşıya kaldım. Nazik garsona “Bu ne demek?” diye sorduğumda çizimin nakit parayla hesap ödeyemeyeceğim manasına geldiğini öğrendim. Garson aniden kasaya doğru hamle yapınca benim için müstesna bir muameleye girişip girişemeyeceklerini sormaya gittiğini sandım; panik halinde elektronik sistemden siparişimi sildirtmeye gidiyormuş meğer…
Sonradan öğrendiğim kadarıyla bir süre önce Hollanda’da sahte para sirkülasyonu tekrar artış gösterince sistem ve işletmeler böyle çarelere başvurmak zorunda kalmışlar.
Benim için ilmek sanki yıllardan beri daraltıla daraltıla bu hale gelmişti.
Tam miktar verildiğinde nakit para kabul eden De Balie kültür merkezinde dekafeine kahveme gayet yağlı beyaz kremayla kaplanmış havuçlu kekimi batırıp yedikten sonra yola koyuldum; Noel’e şimdiden hazırlanan yanıbaşımdaki soğuk Apple “tapınağı”nda işler tıkırındaydı…
Son olarak, arkadaşlarımın evine ulaşmak üzere aracına bindiğim Afgan şoföre “Acaba beni direkt olarak havaalanına mı bıraksan?” dedim önce.
Meslektaşlarının aksine gayet mütevazıydı ve adresi bulmakta zorlanmamıza rağmen sonuna kadar yılmadı.
Tüm hayatı berbat hadiselerle adeta bilenmiş gibiydi… oysa ben! (MT/AÖ)