Fotoğraf: steemkr.com
Şairi ve mülteciyi hep birbirine yakın görmüşümdür. Şair de bir yerden sonra mülteciliğe soyunur.
Yersizdir, yurtsuzdur, topraksız [tüm topraklar yaşayanlarındır] ve sınırsızdır. Denizlerin, göklerin, rüzgârların, yağmurların, ağaçların, gecelerin ve gündüzlerin sırdaşı/yoldaşıdır çoğu kez. Dengbêjlerin şahı ve miri Evdalê Zeynikê’ye nereye gidiyorsun, diye sorulmazmış.
Sesiyle, yüreğiyle akarmış vadiden vadiye, dağlardan ovalara, köylerden kasabalara oradan şehirlere, bülbül gibi sesiyle yüreğinin peşinden; durmadan, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan göç etmiştir diyardan diyara.
Evdalê Zeynikê’nin dengbêjliği ne kadar güçlüyse şairliği de bir o kadar güçlüydü. Kâğıt da kalem de hafızasıydı, kelimeler sesinde can bulurdu.
Aşkı şairin dizelerinden çekip alırsanız ne kalır şiirde? Çöllerde deli divane gezdiren aşkın önünde kim durabilmiş? Bir dize üzerinde geceler boyu sabahlanmamışsa; kederi, öfkeyi, talanı, sevgiyi, aşkı, uzaktakine hasreti dile getirmek eksik kalmaz mı?
Şair yüreğinden başlar mülteciliğe, sığınır yüreği güzellere, eyvallahını çocuklara saklamıştır, ne kravatlı padişahlara ne de ferasetsiz/ilimsiz modern vezirlere boyun düşürmüştür, nereden inceldiyse oradan kopsun’dan, inceldiği yerden ipi kendi elleriyle cesaretle koparanların şeceresi de ortadadır.
Kimi ulu’sol’ucanların ortalıkta nasıl arzu endam ettiğine bir bakın hele. Dizelerini ustaca boyayıp sözüm ona çağdaş şiirin kendilerinden sorulduğuna inan(mış)lar. Vah ki ne vah! Leş ideolojisini retorikle kurtaracağını zannediyor bu “abiler”, Sokrates’in ‘zan’ından da haberdar oldukları da şüpheli.
Kendilerini ‘ince’ akıllı olduğuna inandırmış, kimsenin yüzüne bile bakmaya tahammül edemediği, şiiri kart kendisi kart “abiler”; esaslı devrimci bir edayla şairliklerini ilan ettiklerinde, aslında olamadıklarının ve olamayacaklarının ilanını da yaptıklarının bal gibi de farkındaydılar. Yüzleşmek ise zor geliyor.
Şairin yolculuğu meşakkatli ve uzun bir ömre tekabül eder. Bunun aksini düşünenlere Ahmet Kaya’nın seslendirdiği şarkının sözlerini anımsatalım: Bu yolda dönenler oldu /Mum gibi sönenler oldu. Bazen şair için keyiflidir yolculuklar bazen de kırk asır demlenmiş sancıları çeke çeke varır varacağı yere… Veyahut hiç olmayan yerin düşüyle yola düşmenin çırağı, acemisi, kaptanıdır da şair…
Ömrü tepeden tırnağa mücadele olan, modern Kürtçe şiirin ustalarından üstat Rojen Barnas’ın hayatı bize şiir ve direnişin nasıl bir bütün olduğunu gösterir. O vakit üstadın “Ragihandina Azad” şiirindeki dizeleriyle selamlayalım yola devam edenleri: “Me ew ji dest nexist heta mirinê/Me serê we serbejêr nekir/Bi rûreşiya jihevketinê“ ”[1]
Baycan. 5000 km. yürüyerek İstanbul’a varan Pakistanlı Baycan. Baycan, kardeş demek, asıl adı bilinmiyor, zaten kimse de merak edip sormamış, Pakistanlı berber, diye çağrılıyor. Neden bir mültecinin ismini merak etsinler ki, zaten yoklar hiç olmadılar onlar! Bir hiç olmanın dayanılmaz ağırlığını gözlerde görmek için kâhin olmaya gerek olmadığını kanıtlıyor sevgili Baycan’ın gözleri. Bakmak, bakarken aşağılamadan görmek, asıl mesele bu sevgili okur. Buradan başlayarak zincirler kırılmaya başlanabilir.
Eli hafif; bir makas atışı var, bir ustura tutuşu, tebessümü içten. İki yıldan fazladır düzenli olarak bir yere gidip tıraş oluşuma ara ara şaşırıyorum. Berber koltuğuna oturmayı oldum olası hiç sevmedim. Berber koltuğu bir sorgu koltuğuna dönüşür zaman zaman; sana gerekli gereksiz sorular sorarak sıkboğaz eden berberlerden sebep, gitmek içimden gelmezdi. Onun içindir ki yıllarca, evet uzun yıllar ben beni tıraş etmişimdir. Oysa berberim Baycan, tıraş esnasında hiç konuşmaz, sukünetle maheretini konuşturur sadece… Her tıraştan sonra ne mutlu Baycan’a, diyerek teşekkürlerimi sunmuşumdur.
Soru sormaz, derdini bir kendisi bilir bir de yürüdüğü yolların gölgesi, borçlarını anlatmaz, alacağı evin hayalini saçmaz ortalık yere, ne zaman emekli olacağından bahsetmez, içine dönmek ve dinmek; annesini, kardeşlerini, yeni doğan yeğenini, akşamüstlerinin serin havasını, patika yollardan keçilerini eve getirişini düşleyip biraz nefes almaktır işi gücü. Baycan, dersin. Baycan, der ve tebessüm eder. Kürtlerin ve devletin/iktidarın sahte kardeşliğinden çıkan tebessümle kıyaslanamaz bile. Salonlarda boy gösteren piyasacı şiir yazıcılarının birbirine güzellemeler sunuşundaki sahte tebessümlere de benzemiyor onun yüzünden geçen tebessüm…
Perdelerle sürekli didişen, kendi perdesini sürekli kapalı tutmaya çabalayan, liriği ve libidoyu birbirine karıştıran şairlerin düştüğü notlara -şiir mi diyeceğiz bunca güzel sözün arasında yazdıklarına!- bakın hele! Bu samimiyetsiz ukalalar; aşırdıkları dizeleri güncelleyip önümüze koyarak, içimize çer çöp doldurdular. Sayıları azımsanmayacak kadar da çoktur, bu yeteneksiz ahali gökyüzündeki kuşlar kadar çokturlar, topraktaki karıncalar kadar hareketlidirler… Sonra her birinin bir masası var; ben gördüm masalarını, masada rant vardı, hainlik vardı, tuzak vardı, piyasa vardı, kibir vardı, taciz vardı, eziklik vardı, talan vardı da bir tek insan yoktu! Bize de o masaya tekme atmak düştü, elimizi korkak alıştırmadığımız doğrudur! Bunlar el ele tutuşsa buradan Pakistan’a yol olur, inanmıyorsanız el ele tutuşun.
Dile kolay 5000 km! yürümek, gece gündüz durmadan yürümek, saklanarak, sakınarak yürümek… İhbarcılardan, bekçilerden, sınır muhafızlarından, keskin nişancıdan, faşistten, devletin işkencecisine görünmeden yürümek, hayalet olmanın başka bir adı değil de nedir?
Halepli genç bir kızın sınırı geçmek için aylar öncesinden suratını jiletle tıraş edişini bizzat muhatabından dinleyen biri olarak, sınır boylarında üniforma “kökenli” tecavüzcülerin neler yaşattıklarını varın siz tahmin edin. Halepli kızın bir de mısraı vardır bende: “Vardım ki sınıra/ sınırda yüzümde bin yıldan kalma sakallarım.”
Soysuzlardan biri nutuk atıyor, genç bir kadının(İpek Er) kanlı kefenine değil üniformaya yandığını, uykularının kaçtığını dile getiriyor. Yani mahalle yanıyor kel aynanın karşısında bıyıklarını taramanın derdine düşmüş. Zihninin çukurlarından yükselen pis kokuları etrafa yayıyor, birileri de utanmadan alkış tutuyor buna, bu ülkede üniformayı gençlerin hayallerinden daha kıymetli bulan faşist bir sürü var, vardı ve öyle görünüyor ki hep olacak! Yüzyıllardır işgal edilmiş bedenler, umutlar var bu topraklarda. Yüzyıllardır yapmadıkları alçaklık kalmayanların arkalarına saklandıkları üniformaları mutlak bir gün kurtuluşları olmayacak. Hukukun olmadığı yerde ‘ahbap’lar üniformayı kutsar, çavuşlar serbest kalır; adalet savaşçıları sıcak bir somun ekmek kokusuna hasret ölür… Biz kalırız geride, içimizde yollar ve bitmeyen yas ile.
Öyleyse de haydi İsrafil üfür buna da inceldiği yerden biz koparalım…
Üç ülke sınırını aşıp İstanbul’da olmak şans mıdır? Yoksa çaresizliğin gerçekteki tezahürü müdür? Bilinmez, bildiğim Baycan’ın küflü ve nemli bir bodrumda hayata tutunarak ara ara yüreğinde hakiki şairlerin dizeleriyle yürüyüşe çıktığıdır. Çok lafla değil, şiarla çıkılan yürüyüşler bunlar; öyle meltemli sahil kenarı yürüyüşlerinden değil, sokak aralarındaki kültür yürüyüşlerden hiç değil… Cemal Süreya’ın “ Uzun şiir, uzatılmış şiir” dediği yerden söylersek; uzun yolculukların insana bıraktığı yegâne miras sabrın yoğurduğu bilgeliktir.
Şair Hicri hoca (A. Hicri İzgören) “Dışı Yoksul İçi Zengin: Tagore” başlıklı yazısında “ Adına ‘çağdaş’ denilen bu uygarlığın bir çeşit vahşet” olduğunu söyler. Söz konusu yazı, Hintli şair Rabindranath Tagore’dan dizelerle çoğaltılarak, bize çağımızın acımasızlığını ve kokuşmuşluğunu bir kez daha hatırlatır: “Demir zincirlerle geldiler/Tırnakları kurt pençelerinden keskin…/ Geldiler insan avcıları/ Gözleri karanlık ormanlardan daha kör/ Uygarlığın vahşi açgözlülüğü gösterdi utanmaz acımasızlığını.”
Ve biz bir kez daha anlarız ki; Baycan’ın elinde makası, polisten, bekçiden köşe bucak kaçtığı yürüyüşlerinde kendisine eşlik eden Şair Tagore’den başkası değildir. (ÇO/EMK)
[1] ölene-dek düşürmedik elimizden
başınızı da eğdirmedik
dağıldılar yüzkarasıyla