Bir kadın olarak futbol ve erkeklik kurgusuna ilişkin yazıları okurken, çok da bilmediğimiz toplumsal bir olayı, bu konuya ilgili erkeklerin deneyimlerini paylaşması sonucu anlayabilecekmişiz gibi hissediyorum. Sanki bambaşka bir dünya var yanı başımızda ve tanımak için oradan birinin kapıyı aralaması lazımmış gibi...
Aynı şeyi askerlikle ilgili konularda da hissetmiştim zamanında... Sonra baktım ki hayatımız zaten aynı kurallarla işliyor. Askerlikte mantık yoktur deyip sıyrılıyorduk bu işten ama ast-üst ilişkisinde ezilen erkeğin bu süreç sonrasında toplumda kabul görür konuma yükselmesi erkekliğe özgü bir deneyim değil, her birimizin yaşadığı doğallaştırılmış bir süreç.
Ben de bir zamanlar lisanslı olarak basketbol oynamış bir kadın olarak ne tür deneyimler yaşadığımı anlatmak istedim. Sporu cinsiyetlendirmenin sadece "kadınlar futboldan anlamaz" veya "erkekler su balesi yapmaz"dan öte sonuçlarını kendi yaşadıklarım üzerinden tartışmak istiyorum.
Spor kadın demekten korkar
Altı yıl boyunca "bayan" (spor kadın demekten hep çok korkar) basketbol altyapısında Ankara'nın en başarılı takımlarından birinde oynadım. Süreç ortaokul ve lise yıllarına denk düşüyordu ve tüm hayatımız antrenmanlara, maçlara göre düzenleniyordu. Disiplinli çalışma planının yanı sıra bizlere hırs aşılayan bir antrenörümüz vardı. Sürekli mücadele etmenin önemini vurgular, bunu yaparken "milli mücadele" benzeri sözlerle kimi zaman korku aşılayarak, bağırarak kimi zaman takdir ederek bizleri motive ederdi.
Kutsal takım forması
En çok aklımda yer eden, üzerimizdeki takım formasının "kutsallığına" ilişkin tavırlarıdır. Örneğin yaz aylarında oldukça sıcak bir şehre turnuvaya gidilmişken, maçın olmadığı günlerde bile özellikle spor salonuna maç izlemeye giderken (bir nevi cephe) soğuk havalar için tasarlanmış tek tip eşofmanlardan başka seçeneğimiz hiç olmazdı. Bu tek tip kıyafet düzenin ve disiplinin bir parçasıydı ancak asla konforun değil.
Formalarımız görevimizi en iyi şekilde yerine getirmezsek her an elimizden alınabilirdi ve hep şu cümleyi duyardık; "Maçtan sonra formanızı duvara vurun, eğer duvarda ter izi kalmazsa o formayı hak etmemişsiniz demektir"
Bir kere dizlerimde morluklar olmadığı için antrenörümden fırça yediğimi hatırlıyorum. Bu nasıl bir hırssızlıktı (hırsızlık olarak anlaşılmasın diye s harflerini itina ile vurgulardı), nasıl bir mücadele ruhundan yoksunluktu. Hal böyle olunca havalanıp parke sahaya balıklama dalış yapan arkadaşlarımız dizlerindeki morluklarla "gazi nişanını" hak ediyorlardı.
Turnuvalarda önümüze konan yemek yenmek zorundaydı, gece yatma saati sonrasında oda ışıkları ve sesler kontrol edilirdi. Sporcu ahlaklı olmalıydı. Bu ahlak aynı zamanda karşı gelmemek yani itaat demekti. Hayatımızda üç seçenek ve bunlardan sadece ikisine yer vardı. Okul, basketbol ve erkek arkadaş. Bizler seçimimizi yapmak zorundaydık ama buna hiç gerek kalmazdı. Okul zorunluydu, basketbolu seviyorduk yani erkek arkadaşımız olamazdı. Seçenekler ve hali hazırda yapılmış seçim önümüzde duruyordu.
Ağlamak zayıflıkmış
Birisi maçta bize vurduysa ağlamak yerine gidip daha sert vurmamız öğretilmişti bizlere. Ağlamak zayıflıktı. Süslenen ablalarımıza şaşırdığımı hatırlıyorum. "Ne kadar da kadınsı..." derdim içimden. Bir türlü anlayamıyordum basketbol ve kadınsılığın nasıl bir araya gelebileceğini.
Bizler ailelerinden emanet alınmış genç kızlardık ve bu nedenle başımızdakilerin en büyük korkusu kötü şeyler yapmamızdı. En büyük tehlike de turnuvalardaki erkek takımlarıydı. Bizlere erkek arkadaşlarımızdan ayrılmamız salık verilmişti bir kere. Ayrıca takım kaptanına takımının bekası için ajanlık görevi verildiğini de hatırlıyorum.
Sokakta basketbol oynarken erkekler kadınlara hiç dokunmazlar. Dokunmamak hem fiziksel temas hem de hemcinsleriyle oynarken sarf edeceği eforu kadınlarla oynarken kullanmamak anlamına gelir. Bu ciddiye almamakla kibarlık arası bir tutumdur erkekler için. Bu durumdan hâlâ hoşlanmam ancak o zamanlar kabul görmek için "kız gibi oynamam ben" derdim.
Kadınların her daim "kadınsı" olması gerektiğini savunmuyorum elbette ama hayatın her alanının cinsiyetlendirildiğini düşünerek toplumsal değerler skalasında üst sıralarda yer alan alanların erkeklikle işbirliği canımı sıkıyor.
Transfer konusu
Bir de transfer konusu vardı elbette. Bir takımdan diğerine geçmek için o takımın bonservisi diğer takıma vermesi gerekir, diğer türlü sporcu bir yıl boyunca resmi maçlara çıkmama şartıyla istediği takıma geçebiliyordu. Ortalama her iki yılda bir takım atlandığı düşünülürse bir yıl maça çıkmamak sporcu için büyük kayıptı. Antrenörümüz ise bonservisi vermenin hiçbir koşulda mümkün olmadığını söylerdi. Bir kaçımıza İstanbul'da yeni kurulan bir okulun takımından burslu okuma teklifi gelmişti. Teklif bize iletilmeden reddedilmişti. Başka bir takıma geçmek tam anlamıyla ihanetti. Bu güne kadar bizlere emek vermiş bir takımı yarı yolda bırakamazdık. Halbuki bizler diğer birçok takımın aksine beş kuruş bile alamamanın yanı sıra tüm harçlığımızı yol parasına ve ekipmana harcıyorduk ve belki teklifi kabul etseydik maaş bile alabilirdik. Ama olsun, takımı satmamıştık. Zaten öyle bir şeye iznimiz de yoktu. Milliyetçiliğe ne kadar benziyor değil mi?
Tüm bunları sporun doğasına veya disiplinin cilvesine indirgemek mümkün değil elbette. Buradaki anekdotlar ne benim deneyimlerime özgü ne de özel olarak bu takımın yapısına. Militarizmin, şiddeti meşrulaştıran, hiyerarşik, itaatkar, sert dikey örgüt yapısı sadece askeri alanlarla sınırlı tutulamayacak kadar yerleşik hayatımızda. Dirsek temasından öte birlikte vücut bulduğu ve "üstünlük anlayışı" ekseninde şekillenen milliyetçilik de ihanet sözcüğüyle hep tehdit ediyor bizleri. Konumuz basketbol olsa bile... (BT/TK)