Fotoğraf: Ai Weiwei'nin Ede'deki Yunan adalarından Midilli'den zorla tahliye edilen mültecilerden kalan 2 bin 46 parça giysiden oluşan “Çamaşırhane” adlı yerleştirmesinden.
“Kul kısmı böyledir işte, ne yaparsın,
görmezler işlerini gereğince,
başlarından gidince efendileri.
Kölelik günü çökmeye görsün bir insanın omuzlarına,
engin bakışlı Zeus, erdeminin yarısını alır ondan.”[1]
Homeros, Odysseia’da “erdem”e (arete) dair Eumaios’a (Odysseus’un verdiği çiftlikte domuz sürüsünden ve dört köleden sorumlu satın alınmış soylu Yunanlı bir köle.) söyletir bu sözleri.
Bu anlatıya göre köle, yarım insandır. Erdemce de. Düşünmede de. Sorumlulukta da. İnsan olmakta da. Köle, bir tür cellattır. Efendinin ya da hakimin verdiği kararı uygulayandır. Öznesi değildir kendi yaşamının bir diğer deyişle. İşte bu nedenle “savaş”, kişilerin özneliklerini yitirdikleri yani nesneleşti(rildi)kleri olgudur aynı zamanda. O nedenle ‘savaş hukuku’ndan söz edilir. İçinde Hayat olmayan paralel bir evrendir savaş.
Gündüz Vassaf, kütüphanelerde savaşı ele alan binlerce kitap olduğunu ama barışın ve dinamiklerinin türümüzün nedense ilgisini pek çekmediğini söyler. Homo Sapien’in Neanderthalleri dünyadan silmesiyle insan türünün savaş tarihi başlatılabilir. Tarihi bu kadar eskiye uzanan savaşa rağmen barışın tarihini yazma, barıştan yana olma arzumuzu, mücadelemizi hiçbir zaman elden bırakmamak etik kategorideki insan olmanın temel sorumluluklarındandır. Yine de barışın egemen olduğu dönemler daha fazlayken aksi düşünülür. Çünkü savaşın tarihini yazıyoruz; savaş psikolojisi, politik psikoloji adlı psikoloji disiplinleri var, “daha ‘nitelikli’ katilleri nasıl yetiştiririz?” “daha ‘ekonomik’ katliamları nasıl gerçekleştiririz?” sorularına yanıt arayan ‘uzman’larımız, ‘bilim insanları’mız var. Fakat tüm bunlara karşın ölüm ve sıtma dışında da seçeneklerimiz var: Sağlık. Barış, işte sağlık/lı (olma) hali. Enerjimizi barışı anlamaya, karşılaştığımız her sorunda ilk aklımıza gelen şiddet ve türevleri yerine sağlıklı, hayatı besleyip büyüten çözümlere harcayabiliriz. Çağ atlatmak, yedi düvelle savaşmak, ölümü arzu nesnesi kılan “cennet satıcıları”nın söylemleriyle mütemadiyen bize yalan söyleyen yerleşik politik öznelerin sifonlarını çekmek zamanı çoktan geldi. Barışın önündeki en büyük engel olan devleti ve ordularını reddetmek, sınırları ve her biri parayla alınıp satılabilen paçavralar (pasaport) için ölünen bir iklimde sınırları tanımamak, Barışa giden yolun en büyük anahtarları.
“Her savaş Pirus Savaşı’dır.” denir. “Savaşın kazananı olmaz.”dır ikinci cümle. Doğrudur da. “Haklı savaş” da “savaş hukuku” da paradoks olmak yanında bir tür oksimorondur. Çünkü yıkmak, yakmak, öldürmek, özü ya da doğası gereği iyi değildir yani arzulanmaz. Çünkü yaşamı yok eder. Yaşamak, en temel arzudur. Savaş, işte bu arzunun kastre edilemesi, gasp edilmedir. Ölmeye ya da öldürmeye giden bir asker ya da militan yaşamı reddeder. O, artık ölüm/ün nesnesidir. Bu ve benzeri işler, doğaları gereği saygın değildir. Dönemsel olarak kimi yerlerde övülen tutumlar olsalar da bu tutuma kitleler bağlılıklarını gösterseler de bu bir tür sapmadır, yaşamdan sapma. Çünkü doğası gereği yaşamı reddeder. O nedenle de tarihin bilincinden süzülen bir kavrayış vardır işte o kavrayışça övülesi değildir.
Barış, en kolay, en ucuz seçenek. Nedense tercih edilmez. Kötücül bir evren yaratarak savaşı arzulanır kılan İktidarlar var/dır elbette. En son örneğini Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde gördük, görüyoruz. İktidarın kötücül propaganda makinesine dönüşen kitle iletişim(sizlik) araçlarıyla toplumda “rıza üretimi”ni sağlanıyor. Rusya 300 bin kişiyi askere çağırdı. Ne için? Nazizimle mücadele (!) için!
Ukrayna’nın işgalinin ardından 45 milyonluk ülkenin ⅓’ü yerinden oldu. Kocaman bir ülke yurttaşlarının, sonunun nereye gideceği belli olmayan bir denklem içinde yaşamı çalınmakta. Öldürülen, yerinden edilen, köleleştirilenlerin artması, “Bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir.” diyen Josef Stalin’i doğruluyor. AB ise timsah gözyaşlarıyla Ortadoğulara, Afrikalılara göre ucuza getireceği yeni kölelerine “insan hakları” soslu söylemleriyle sonuna kadar açıyor kapılarını.
Dil/imiz içinde yaşıyoruz. Yazılamanın başlığında yer alan “barış” kavramın ortak belleğimiz olan sözlüklerdeki temsillerine etimolojileri dolayımıyla bakarak düşünmemizi sürdürelim.
Eski Türkçe barış- “karşılıklı gitmek, yardımlaşmak, beraber yapmak” fiilinden evrilmiştir. Bu fiil Eski Türkçe bar- “gitmek” fiilinden Eski Türkçe +Iş- ekiyle türetilmiştir. Türkiye Türkçesinde barışık “sulh” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Türkiye Türkçesi barış- “sulh etmek, antlaşmak” fiilinden Türkiye Türkçesi +Uk ekiyle türetilmiştir.
Sözcüğün Arapçası sulh, ṣlḥ kökünden gelen ṣulḥ صلح “barış” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça ṣalaḥa صلح “uygun ve yararlı idi, uydu, uyum gösterdi” fiilinin fuˁl vezninde masdarıdır. (NOT: Bu fiil Aramice/Süryanice ṣəleḥ צלח “1. yarmak, 2. başarmak, müreffeh olmak, uygun olmak” kökü ile eş kökenlidir.)
12.yüzyıl ortasında peace, pes, "sivil düzensizlikten özgürlük, bir ulusun iç barışı", Anglo-Fransızca'dan pes, Eski Fransızca pais "barış, uzlaşma, sessizlik, izin" (11c., Modern Fransızca paix), Latince pacem'den yalın hali pax) "sözleşme, anlaşma, barış antlaşması, sükunet, savaşın olmaması" anlamına gelmekte.
Bu yazılama dizisi, limiti Gülhane’den alıyor. Bu nedenle de kendine 1839’dan bu yana geçen neredeyse iki yüz yıla yakın zamanı referans alıyor. Bulunduğumuz coğrafyaya hakim olan rejimi görünür kılarak yazılamanın başlığında dile gelen iddiayı kökleriyle, dinamikleriyle temellendirerek ifşa etmeye gayret edeceğiz.
1839’dan 2022’ye sabıka kaydı/mız oldukça kabarık. Bir tür kolaj niyetine buraya alacağımız ‘savaş’, ‘isyan’, ‘ayaklanma’, ‘başkaldırı’, ‘iğtişaş’, ‘pogrom’, ‘katliam’, ‘soykırım’, ‘tehcir’, ‘olay’ vb. her ne olursa olsun huzurun tesis edil(e)mediğe işarettir. İç huzur sağlanmadıkça geniş kitleler özneliklerini giyinecekleri habitatta nefes alamazlar. Bunun kaçınılmaz sonucu ise ölümün -ister ölen isterse öldüren olsun- nesnesi olmaya devam edecektir yani cellatlığa.
1839’dan bu yana ‘majör’ ya da ‘minör’, ‘haklı’ ya da ‘haksız’ olmasına bakmaksızın bir kronik çıkaralım. Bir düşünce deneyi ile o büyük politik söylemlerin ayaklarını yere bastıralım. Bir ev düşünelim. Evde aile bireyleri. Bunların içinde de her yaştan insan. Biraz geleneksel aile tadında diyelim. Evin içinde ve/veya dışında komşularla ya da komşu olmayanlarla sürekli kavga halinde olsunlar. Aralarda göreli sürelerde barış dönemi olsa da Demokles’in Kılıcı gibi nerede ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bombanın tehdidini enselerinde hissetsinler. Bu iklimde yaşayanların psikolojilerine dair neler söyleyebiliriz. Hele bunun içine doğmuş, zaman zaman sevdiklerinin çektiği acılara tanıklık etmiş, zaman zaman sevdiklerini kaybetmiş, zaman zaman uykudayken çatısı başlarına çökmüş, zaman zaman yerlerinden sökülüp atılmış olanlar, hayata, ilişkilere, kendilerine, çocuğa, mutluluğa, güvene, emeğe, özgürlüğe, aşka… dair ne düşünürler?
Bu yazılamanın limitini aldığı 1839’dan bu yana işte böylesi bir iklim içinde nefes almaya çalışıyoruz. İnsanın tıpkı her türlü canlının duyduğu ihtiyaç olan güvende hissetmeye ihtiyacı var.
Arnavut İsyanları (1833–1839); Filistin Arap İsyanı (1834); Dürzi İsyanı (1838);II. Osmanlı-Mısır Savaşı (1839-1841); Arnavut İsyanı (1843–1844); Arnavut İsyanı (1847)
Eflak Devrimi (1848); Kırım Savaşı (1853–1856); Epir İsyanı (1854); I. Karadağ Harekatı (1858); II. Karadağ Harekatı (1861-1862); Girit İsyanı (1866–1869); Batak Katliamı (1876); Kresna-Razlık Ayaklanması (1876); 93 Harbi (1877-1878); Hersek İsyanı (1875-1878); Osmanlı-Sırp Savaşı (1876-1877); Osmanlı-Karadağ Savaşı (1876-1878); Epir İsyanı (1878); Ayastefanos Antlaşması (1878); Berlin Antlaşması (1878); Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i İşgali (1878); I. Sason İsyanı (1894); Hamidiye Katliamları (1894-1896); Zeytun İsyanı (1895-1896); 30 Gün Savaşı (Dömeke Meydan Muharebesi - 1897); Ilinden İsyanı (1903); II. Sason İsyanı (1904); Makedonya İsyanı (1904–1908); Ermeni İsyanı (1905-1922); 31 Mart Vakası (1909); Klikya İğtişaşı (Adana Katliamı - 1909); Havran Dürzi İsyanı (1909-1910); Arnavut İsyanı (1910); Trablusgarp Savaşı (1911–1912); I. Balkan Savaşı (1912–1913); Bab-ı Ali Baskını (1913); II. Balkan Savaşı (1913); Foça Katliamı (1914); I. Dünya Savaşı (1914-1918); Süryani Katliamı (1914-1918); Ermeni Tehciri (1915); Ayvalık Tehciri (1917); Erzincan Mütarekesi (1917); Batum Antlaşması (1918); Mondros Ateşkes Antlaşması (1918); Azeri-Ermeni Savaşı (1918-1920); Kurtuluş Savaşı (1919–1922)
Yeni bir sayfa açtığını iddia eden Cumhuriyet döneminde de aynı örüntüler yinelenir. “Türkiye’de 1922’de savaşların bitimi ile görece sis bulutu dağılmış, Cumhuriyet tesis edilmiş ve ‘Yurtta barış, dünyada barış.’ ile modernleşme süreci kesintisiz biçimde barış iklimde işletilmiştir.” retoriği akademik metinlere bile rengini veren propagandadır. Propagandadır çünkü sadece bir tür “devr-i saadet” olarak telakki edilen “kurucu baba” Atatürk dönemindeki isyanlara bakmak bile ne tür bir iklim içinde nefes al(ama)dığımızı gösterebilir:
Nasturi İsyanı (7-28 Eylül 1924); Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat–31 Mayıs 1925); Raçkotan ve Raman İsyanları (7-12 Ağustos 1925); Eruhlu Yakup Ağa ve Oğulları İsyanı ve Pervari İsyanı (1926); Koçuşağı İsyanı (7 Ekim-30 Kasım 1926); Hakkari İsyanı (6 Ekim 1926-Mart 1927); Sason İsyanları (1925-1937); Mutki İsyanı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927); Ağrı İsyanları (1926-1930); Oramar İsyanı (6 Temmuz-10 Ekim 1930); Tendürek İsyanı (14-27 Eylül 1929); Savur İsyanı (26 Mayıs- 9 Haziran 1930); Asi Resul İsyanı (22 Mayıs-3 Ağustos 1929); Bicar İsyanı (12 Ekim-17 Kasım 1927); Batuş İsyanı (20 Mayıs-9 Haziran 1927); Zeylan İsyanı (20 Haziran-18 Eylül 1930); Pülümür İsyanı (8 Ekim-14 Kasım 1930); Dersim İsyanı (1937–1938); Menemen olayı (23 Aralık 1930); Trakya Pogromu (1934).
Yakın tarihteki Çorum, Maraş, Sivas, Madımak, Başbağlar, Bingöl, Lice, Roboski, Suruç, 10 Ekim Ankara…
Bu kroniğe paralel darbeler de anılabilir ki sonuncusu bir tür “darbe girişimi kalkışması” diye adlandırılamayan 15 Temmuz maskaralığı. Maskaralık diyorum çünkü 15 Temmuz Meclis Araştırma Komisyonu bizzat Ucube Parti Devletinin Hükümetince çalıştırılmadı. Komisyon, raporunu Meclise sun(a)madı. Çalışma tamamlan(dırıl)madı. Her birinde, toplumsal, politik zarların yeniden atıldığı bu darbeler, kimi zaman savaşlardan az olmayan etkilere sahiptir. Osmanlı’dan Cumhuriyete darbeler tarihi anlamında da oldukça ‘zengin’ bir mazimiz olduğu söylenebilir.
Bunları biz yaşadık. Burada yaşayanlar. Buranın taşında, toprağında, saçının telinde yaşıyor. Ortak belleğimiz bunlar. Ölümün, öldürmenin bu denli yüceltilip Hayatın küçümsenmesinin hiç de tesadüf olmadığı kanaatindeyim. Bu Hayatı kavramın altını doldurarak yaşamaya başlamanın koşulu BARIŞ! Çünkü Barış, Hayattır.
Evet, aynı örüntülerle yaşıyoruz. İsyanlar, yok saymalar, öldürmeler, insanları aşıp doğaya da yönelen katliamlar, yaşama rengini vermeye devam ediyor. Kemal Tahir’in “Osmanlı bozgunu bitmedi, içimizde sürüyor.” sözü, hem duygu hem de değer olan güvenin yoksunluğuyla tedirgin olduğumuza işaret. Saldırganlığımız güvenden yoksunluğumuzdan, olduğumuz yerde ol(a)mayışımızdan. Umut, doğmuyor buradan. Oysa Barış, işte tam da o umudu yeşerten, yaşamın cansuyu. Kişinin kendiyle barışı, yaşam(ıyl)a göreli uyumu ile olanaklı.
28 Aralık 2014’te Roboski’yi ziyaret ettiğimde katliamda pek çok yakını kaybetmiş köylülerden biri “Biz korucu olmak istemiyoruz. Koruculuk için verdikleri maaşa da ihtiyacımız yok. Bizim meralarımızı açsınlar yeter. Beslendiğimiz sınırları kapattılar. Onlar ‘kaçak’ bizse ihtiyaç karşılama, ticaret olarak görüyoruz.” demişti. Binlerce yıldır hayvanların otladığı meralar, ‘savaş’ nedeniyle orada yaşayanlara kapalı; yurtları yarı-açık hapishaneye dönüşmüş. Çünkü savaş, hem o ‘kaçak’a giden çocukların katili hem de o meralarda yaşayan hayvanların, o hayvanları(yla) binlerce yıldır yaşayan toplumun sürgün edilmesinin sorumlusu.
Barışı ne ile imliyoruz? Bilincimizdeki temsilleri ne? Barış talep edenlerin, savaşın yıkıcılığından söz edenlerin “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmekten” savcılığa çağrıldıkları, zaman zaman özgürlüklerinin gasp edildiği bir rejimde Barış neyi temsil eder, anlamı nedir?
Yakın bir zaman önce 30 Ağustos’u andık, ardından da 1 Eylül’ü yani Dünya Barış Günü’nü. 30 Ağustos’un bu yıl özel bir anlamı var/dı şüphesiz çünkü 100. yılı idi. İki gün sonraysa 1 Eylül Dünya Barış Günü idi. (Dünya 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutluyor ama olsun, bizim iki günümüz var barışı konuşmak, anmak için.) Senelerdir nedense tuhaf bulurum. Sosyal medyada benzer dünya görüşüne sahip olduğum/uz yani savaşı sorunsallaştıran, barış yanlısı, kimlikçi olmayan, seküler vb. kişilerin ardı ardına 30 Ağustos ile 1 Eylül paylaşımlarını göreli bir tutarlılıktan yoksun bulurum. Öznelerin tanık olduğum tutumları, yarılmış bir zihnin parçalı, amorf bakışıdır; ürkütür bu nedenle çünkü ilişkilenmeleri ne ilkesel ne de belirgindir, hayata bakışlarının referansı yoktur. Bu nedenle 2014’te “Barış’ın ‘zafer’e kurbanı üzerine” adlı bir yazılama klavyeye almıştım.
Barış, J. Galtung’un deyimiyle pozitif oldukça anlamlı yani çatışmanın sona erdirilmesi değil, çatışmasızlığın süreklilik kazanması. Yani sosyal adaletin işlediği, toplumun üyelerinin kendilerini güven içinde hissetmeleri. Bir metaforla ifade etmek gerekirse negatif barış, hastalığın olmama hali; oysa pozitif barış, sağlık/lı (olma) hali. Koruyucu hekimlik, bağışıklık sistemini güçlendirmenin yolu, bir kültür olarak barışa yer açmak. Bunun yolu da dilden geçmekte. Dilimiz, bilincimiz. Dille anlıyor, dilde yaşıyoruz. Yaşama limitimiz bir bakıma dil. O nedenle barış, ne yazık ki daha çok retorik düzeyinde arzulanan bir değer. Bu tümcenin öznesi “barış”, özneye yüklenen nitelik ise “değer” oysa “savaş” bir değer değil düşüncede. Gelin görün ki fiiliyatta savaş, daha çok arzu edilir; o nedenle de gerek mücadeleyi gerek kahramanlığı -Antik Yunan dahil- erkeklikle ve savaşla imgeleştiririz.
Dilimizdeki temsiller, içinde nefes aldığımız -öldüğümüz, öldürdüğümüz- evrenin rengine dair de ipuçları vermekte. Sevsek de barışı retorikte, oysa eylemlerimiz savaşı kutsuyor, övüyor. Bu nedenle dilimizi, dilimizdeki temsilleri sorunsallaştırarak başlayabiliriz işe.
Muradımız, dili yeniden yaratmak, Hayatı taşıyabilecek nitelikteki yaşamı besleyen cümleler kurmak, yüklemi barışa davet eden sözlerden örülü anlam evrenleri yaratmak. Bilinçleri nakışmışçasına örmek, dantelmişçesine işlemenin yolu hiç kuşku yok ki mazide şairlerden beklenirken günümüzde daha çok yönetmenlerden beklenmekte. Filmler, günümüzün en büyük anlatıları. Anlatmalıyız hem de hiç bıkmadan ibadetmişçesine Hayata olan Yaşamak borcumuzu ödemek için usanmadan Barışı ama en önemlisi yaşamalıyız Barışı kendi içimizde, ilişkilerimizde, bir nesneyi tutuşumuzda, sevdiğimize bakışımızda, hatta nefes alışımızda…
Savaşın kaçınılmaz olduğunu söyleyenlere gülelim, gülmekle kalmayıp üzülelim çünkü tahrif edilmiş, çarpıtılmış bir gerçeklik içinde yaşadığının bilincindeyiz. Hakikatin özgürleştiriciliğinin peşinden gidelim. Sevgimiz rehberimiz, hedefimiz özgürlüğümüz, pusulamız barış olsun! Ün kazanmak için savaş, saygınlık içinse barış. Nobel Barış ödülü 1901’den bu yana savaş başlatanlara değil bitirenlere ya da savaşların bitmesi için çalışanlara verilmekte. Tarihin bilincine kulak verelim. Ortak bilincimizden süzülen Hakikatlere. Barış, işte o Hakikatin çimentosu.
Barışık değiliz Hayatla. Çünkü güvende değiliz. Dilimiz nefretle yüklü. Şiddetle besleniyoruz her gün. Tanık olduğumuz anlam evreni erilce. Kendi “erkek dili”yle bakıyor meselelere. Şiddeti, iktidarı, gururu, hükmetmeyi önceleyen dili Hayata düşman. İşte bu dil içinde nefes almıyor Hayat. Gün geçtikçe kan kaybetmesi bundan. Çünkü mutlu değil bu dille hiç kimse. Küresel bir araştırmada “Geçtiğimiz gün öfkeli hissettiniz mi?" sorusuna Türkiye’nin yüzde 48’i "Evet" yanıtını vererek yüzde 49 ile birinci Lübnan’ın ardından dünya ikincisi. Toplumun yarısına gün içinde en çok eşlik eden duygu öfke. Mutluluk, bir bakıma yüzümüzdeki tebessümle yatağa girip uyumak; bakışımıza sinen umutla da uyanmak. Bu da ancak güvenle olanaklı. Barış, işte o güven.
Sürekli devrim, barışın sürekliliğini muhafaza etmenin de aracıdır. Yani, hayatın ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri, ki onlar bir bakıma gerilimi regüle eden, birlikte yaşamanın nasılının yanıtıdır. En geniş anlamıyla da siyasettir. Demokrasi, kavramın altını dolduran siyasetin ürünü olarak belirebilir. Bundan sonraki yazılamamızın adı da kendiliğinden belirdi: Siyasetsizliğe Bir İlgi. Türkiye’nin sosyal, politik, iktisadi tarihi bir bakıma, siyasetsizliğinin de tarihidir. Çünkü siyaset olmadığından ya da kavramının altını dolduramadığından ‘çözümlerimiz’ de çözüm olmaktan uzaktır. Çünkü karardan ziyade kararın alınış biçimi ya da sürecidir siyaset. O süreçle birlikte olgu kamusallaşır. Olguya tanıklık edenler de özneleşir. Toplum, işte bu öznelerin bir araya gelmesiyle oluşur; bir bakıma herkesin kendi rengiyle, sözüyle var olabildiği, çeşitli temsillerin bir araya gelerek oluşturduğu kompozisyondur. Siyaset, en başta birlikte yaşamı tesis edecek araçları üretme sanatıdır. Barış da bu işin amentüsüdür.
Cumhuriyet’in 100. yılına gelirken barış nerede? Barışın olanakları nedir? Sahi daha da temelde barış ne demek? Ne anlama gelir? Ne yana düşer? Barış diyenlerin devletin bölünmez bütünlüğü için tehdit görüldüğü, hapse tıkıldığı rejimde nefes alamıyoruz uzun zamandır. “Her savaş Pirus Savaşı’dır, savaşın kazananı olmaz; savaş, canlı-cansız hepimizin yaşamını tehdit eden bir olgudur.” dedikleri için de “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek”ten savcılığa çağrıldığı, ifade verdirildiği iklimde Barış ne anlama gelir? Kurucu öznesi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış.” sözünü ulusal ve uluslararası politikada siyasi retoriklerin ilk sözü olarak anlamak hiç kuşkusuz barışı sağlamaya yetmez. Orwell’in 1984’ünde pek zarif ifadesini bulan sözle de barış demek, çoğu zaman savaşın gerekçesi ya da örtüsü olarak kullanılır egemenlerce.
Dilimiz, evimiz. Dilimizin öğeleri kelimeler. Ama kelimelerle değil kavramlarla düşünüyoruz. Hayatımıza kavramlar/ımız yön veriyor. İyi de bunları nasıl içeriklendiriyoruz? Kitle iletişim araçlarını elinde bulunduranlar, dolaşımdaki anaakım anlayışlar, kavramların içeriklerini büyük ölçüde belirliyor. Biz, bir bakıma bu belirlenmiş anlam evreni içinde nefes alıyoruz. En güzel yer yer karikatürleşen örneğini G. Orwell’in 1984 distopyasında görürür.
Barış ödülleri verilir sıklıkla. Tarihe malolan insanların saygınlığı göreli ölçüde ölümü yani savaşı beslemelerinden değil barışı yani yaşamı beslemelerindendir. Oysa övülesi eylemler, daha çok kahramanlık külteri savaş, şiddet eksenlidir. İnsan bilincindeki bu somut çelişki anlam dünyamızın ne denli hastalıklı (pathos) bir hale sahil olduğunu gösterir. Bu temsillerdeki“pathos”un ifşası dahi iletişim ortamındaki bizlerin dogmatik uykumuzdan uyanmasını sağlar. Ayrıca, temsillerin ardına saklanan kötücül amaçların da maskesini düşürür.
2013’te başlayan ve adına “Barış Süreci” denen bir dönem geçirdik. Yaklaşık iki yıl bir başka ülkeye, hayata uyanmıştık. Yeniden denemek, hiç bıkmadan demek sorumluluğumuz eğer yaşama inanıyorsak, yaşamanın sorumluluğunu taşıyorsak. Bir imkan olan barışı besleyip büyütmenin sorumluluğumuz olduğunu hiç unutmadan.
Özgürleşmek, özneleşmek, cellatlıktan çıkmak için Barışta ısrar etmek, aramak, her yerde herkerse, herkesten Barışı sormak, daha çok okumak, cümlelerimizin yüklemlerini Barışa Hayat verecek fiillerden örmek, hiç bitmeyecek, her nefes alışta yeniden doğup güçlenerek büyüyecek umudu pekiştiren gülümsemeleri yaratmak, Barışla Barışa kanatlanmak sorumlumlumuz…
Hesiodos ile bitirelim. Çünkü “hak,” etik bir kavram olarak insan türüne ve öznesi olduğu topluluğa içkindir. Hak, bir bakıma bir arada yaşamanın zamkıdır. Bu zamkı olanaklı kılansa barıştır. O nedenle “savaş hukuku” bir tür oksimorondur tıpkı “haklı sava” gibi.
“Hakka kulak ver artık, zoru unut büsbütün.
Şu âdeti koydu zira Zeus insanlar için;
Balıklar, karadaki hayvanlar, uçan kuşlar
Yiyecekler birbirini, hak yoktur aralarında zira.
İnsanlara ise hak yolladı, odur nimetlerin en büyüğü.”[2]
Barışla…
(MVB/AS)