Ahmet Şık ve Nedim Şener Ergenekon adlı örgüte üyelik ve yardımdan tutuklandılar; İsmail Beşikçi ise Çağımızda Hukuk ve Toplum adlı dergide yayınlanan bir yazısından dolayı örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı.
Bu olaylar, yakın zamanda gerçekleşen ve Türkiye'nin 'düşünce özgürlüğü' konusundaki tablosunu bize gösteren, aşina olduğumuz olaylardır. Ve bilindiği üzere bunlar gibi daha nicelerinin zaman aşımına uğradığı, unutulduğu ve unutturulduğu birçok emsal mevcuttur. Böylesi durumların sonucunda ise geriye kalan, bu yazar ya da düşünürlere yakıştırılan sıfattır: Sürgün. Bazen kendi topraklarının dışına, bazen de demir parmaklıkların ardına zorla edilen sürgün.
Ama nasıl ki bir şehidin üstünlüğü hayatını yere sermesinde yatıyorsa, bazen onları da bu mertebeye yükselten bu sürgün sıfatı oluyor.
"Yargı bağımsızlığı" söylemi
Özgür bir basının varlığı aynı zamanda düşünce özgürlüğünün mevcut durumuyla da paraleldir. Birinin sekteye uğraması halinde diğerinin yara alması kaçınılmazdır. Birbirinden kopamayan, iç içe geçmiş bu iki unsur Türkiye'de pek de dengeli bir çizgide ilerlememektedir; hatta denilebilir ki, dengesizliği başını alıp gitmiştir. Böylesi dengesizlik durumlarında hükümetlerin ya da iktidarların temel savunusu ise "düşünce özgürlüğü kadar önemli olan ve taviz verilmemesi gereken bir diğer şeyin yargı bağımsızlığı olduğu" fikridir. Peki, yargının asıl işlevi bu özgürlüklerin sınırlarını ve çerçevesini oluşturmak değil midir?
Oysa sınırları çizilmiş bu çerçevenin dışına taşan bir durum olmadığı zamanlarda da yargı, gaddarca, vaziyet böyleymiş gibi davranabilmektedir. Durum buyken ve yargı gerekli-gereksiz çoğu durumda gene de bu özgürlükleri baltalayan bir şey haline gelmişken, o zaman sorunu nerede aramak gerekmektedir?
Çıkarların tezatlığı
Sorun, iktidarın 'yargının bağımsızlık durumunu' kendi çıkarlarına uygun şekilde kullanması noktasında değil midir? Tıpkı, Çağımızda Hukuk ve Toplum adlı dergide 'Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Kürtler' adlı yazısında Beşikçi ile fikirleri zıtlaşan yargının şu anki hali gibi. Ya da Ergenekon soruşturması kapsamında göz altına alınan ve nihayetinde tutuklanan Şık'ın 'sözde bağımsız yargıyla' tezat düşen durumu gibi.
Bu noktada yargı bir kişi midir, bir özne midir veya bir canlı mıdır; yargıya can veren güruh bir hayalet midir? Şu durumda, yargı, iktidarın fikirlerini giyinmiş, onun zırhlarını kuşanmış, onun ideolojik gerçekliğini savunan bir kurumdur. Yargının soyutluğunda can bulmuş bu güruh ne bir hayalettir ne de bir bilinmez. O bir canavardır, bir yaratıktır; nefesini her an demokrasinin ensesinde, özgürlüğün üzerinde soluyan bir yaratık. Beşikçi'nin yargılanması ya da Şık'ın tutukluluk hali buna işarettir. Kürtlerin gerçeği ve Ergenekon, hükümetin boğuştuğu iki ana cephedir. Ancak hükümet bunlarla savaş halindeyken, aç gözlü Napoléon ya da Hitler gibi amacından sapmaktadır.
Kürtlerin ve Kürdistan'ın parçalanmışlığının ve bölünmüşlüğünün ardındaki somut gerçekliği tarihsel bir perspektifte sunan sosyolog-yazar Beşikçi'nin yazısı, iktidarın ve iktidarın temsili olan yargının amacından sapmış savaşının düşmanı haline gelmiştir. Ergenekon davasını farklı kanallardan kurcalayan bir gazeteci olan Şık'ın maruz kaldığı durum da bundan farksızdır. Bu noktada tekrar sorulması gereken soru şudur: Yargı ne kadar bağımsızdır, yargı kimden bağımsızdır ve yargı gerçekten bağımsız mıdır?
Beşikçi, davasının savunmasında: "Dava konusu olan yazımda bir suç olmadığını, suç olmayan bir şeyden dolayı da beraat talep edilmesi gerekmediğini düşünüyorum," derken, aslında anlatmak istediğim şeye de tercüman olmuş oluyor. Suç olmayan, suç unsuru taşımayan bir şey hakkında neyin ifadesi verilebilir, neyin yargılaması yapılabilir ki? Eğer yargı, sınırlar konusunda çizdiği çerçeveyi, kendi gönlünce genişletebiliyor ya da daraltabiliyorsa ve ifade ya da düşünce özgürlüğünün buna endeksli bir şey olmasını talep ediliyorsa, bu noktada özgürlük nerededir?
Özgürlük, yargının sınırlarını çizdiği bu çeperin içindedir. Ancak bu çeper, bir kibritle alev almayacak kadar nemlidir. Ve bu nem, iktidarın el yordamıyla hep ıslaklığını koruyabilmektedir.
Esas gündemin değiştirilmesi
Bugün hükümet, kuvvetle muhtemel, PKK'nin uzun eylemsizlik sürecine son verdiğini duyurmasının ve Kürt sorunu konusunda kalıcı barışın önündeki en büyük engellerden olan KCK davasının üstünün örtülmesinin bir yolu olarak da bu göz altıları ve tutuklamaları gerçekleştirmektedir. Hükümetin cephesinden, basın ve düşünce özgürlüğüne vurulan bu darbeler, bu konuları gündemden düşürmenin bir yöntemi olarak görülmektedir. Amacından sapmış bu tutuklama ve yargılamalar bir sınırsızlığın işaretidir. Hükümetin raydan çıkmış 'amaçsızlığı' tabiri caizse yargılamaların 'suyunu çıkartmaktadır.' KCK davasındaki absürt tutum, bu yazar ve gazetecilere açılan davalarda kendini devam ettirmektedir. Ancak bu yargılamalar ve davalarla devam eden tüm bu safsatalar, birinin bir diğerinin üstünü örtmede alçakça kullanılmaktadır. Maalesef ki bu durumdan güçlü çıkan gene iktidar olmaktadır.
Büyüklüğün pozitif yasası
İnsanların özgürce düşüncelerini dile getirebildiği, kendini ifade ederken zalimce bir engele maruz kalmadığı bir 'yargı' sistemi, 'büyüklüğün pozitif yasasını' da mümkün kılacak olan, onun önünü açacak olan şeydir. 'Büyüklüğün pozitif işareti' ise, sıfat yokluğudur; ona duyulmayacak olan gereksinimdir. 'Sürgün' kelimesine hiçbir zaman, hiçbir koşulda duyulmayacak bir gereksinim ise gerçek anlamda demokratik bir düzenin varlığı ve yargının iktidarlardan tam bağımsızlığı ile mümkündür. Ancak böylesi bir durum, büyüklüğü, 'pozitif ve negatif yasa' ikileminden kurtaracaktır. İşte o zaman 'sürgün edilmiş Beşikçi ya da Şık' deyişlerine gerek kalmayacaktır. Bu sıfat olmadan da Beşikçi özünde değerini koruyacaktır. Şu anda, bunların bir köşede küçük bir hayal olarak durması ülkedeki ifade, düşünce ve basın özgürlüğünün mevcut durumunu gözler önüne sermektedir.
Ama şimdilik, hala, 'sürgün' sözcüğü kimi zaman kutsaldır ve kudretin temsilidir. Sürgün, büyüklüğün negatif işaretidir. (BA/EÜ)