Günlerdir sosyal medyada tartışılıyor bu konu. Gemiden kasıt, yıllardır bu ülkenin canına okuyan siyaset elitiyle aynı ülkede yaşıyor olmak ise hatırlamak gerekir ki onlarla hiçbir zaman aynı gemiye binmeyen insanlar da var. Hatta yolculukta o gemiden gönüllü olarak inenler, hükûmetin yanlış politikalarından dolayı “gemi”yi terk eyleyenler de... Demokrasi böyle bir şeydir çünkü. Ancak demokrasinin salt dört yılda bir sandığa gitmek değil demokrasinin siyasal temsilde adaletin sağlaması, kurumların özerkliği, hukukun üstünlüğü, çok seslilik, örgütlü toplum gibi nitelikleri olduğunu da not düşelim.
Diğer yanıyla “gemi” ile anlatılmak istenen memleket adına, yani ekonomi, yargı, siyaset, eğitim, çalışma yaşamı, demokrasi, insan hakları, medya özgürlüğü alanında her şeyin kötüye gitmesi ise gemi benzetmesi zannımca pek de uygun değil. Böyle bir benzetme ancak ve ancak yanlışların üzerini örtmeye, olayların müsebbiplerinin hesap vermesini engellemeye neden olur.
Amerika’da görülmeye başlanan malûm davanın AKP’de bir uykusuzluk sorununa yol açtığı açık. Davaya veya davadan çıkacak sonuca yönelik AKP bülteni gazeteler ile yandaş medyada, içeriğine değinmeksizin bunun “FETÖ” ve “dış mihraklar” eliyle bir “kumpas davası” veya “siyasî operasyon” olduğundan, dolayısıyla “millî ve yerli bir tavır” (?) alınması gerektiğinden dem vuruluyor, konu bir beka sorunu olarak öne çıkarılıyor. Neredeyse kitleler AKP’nin, kapitalizmin kural tanımazlığını reddeden anti-emperyalist/anti-kapitalist bir parti olduğuna bile inandırılacak. Bu ülkede ilk fırsatta işçi grevleri yasaklanmıyor, iş cinayetlerinin üzeri örtülmüyor, insanı iliklerine kadar sömüren sistem devlet eliyle pekiştirilmiyormuş gibi.
Niye?
Davadan örneğin “yasadışı” ticaretin merkezi olarak adlandırılan Başbakanlığa bağlı Halkbank’a ceza kesilmesi yönünde bir karar çıkarsa ülkenin ekonomik, diplomatik ilişkiler yönünden düşeceği sıkıntılar göz önünde bulundurulduğu için mi?
Kaldı ki ekonomideki dalgalanmalar, döviz kurunun hiç düşmemesi, çift haneli enflasyon, benzine, motorine getirilen zamlar, gazoz için çıkarılan ÖTV, artan işsizlik, açlık ve yoksulluk sınırının altında geçim derdindeki milyonlarca vatandaş için zaten ağır bir yük. Uluslararası ilişkilerde ise yine milliyetçilik söylemiyle savunulan sadece Rusya uçağının düşürülme hamlesiyle iki ülke arasında ve turizm, ihracat alanlarında yaşananları düşündüğümüzde bile, izlenen öngörüsüz tutarsız siyasetlerin ne vatandaş ne de ülke yararına olmadığı bariz.
Tüm bunlara rağmen hâlen “dimdik duran bir Türkiye ekonomisi”, “yılsonu beklenen yüzde yedi büyüme” naraları duyulabiliyorsa, yukarıdaki sorunun yanıtı, hayır olmalı! Mesele gerçekten insanların huzurla refah içinde yaşaması olarak bir memleket meselesi mi yoksa Erdoğan iktidarının geleceği mi?
Erdoğan, davadan ne çıkarsa çıksın doğru olanı yaptıklarını ve ambargoyu ihlal etmediklerini savunuyor, başka türlüsü zaten beklenemezdi ama eski sanık yeni tanık/itirafçı Sarraf ise ülkede kimlerle nasıl bir “yol” tuttuğunu veya devletliyi parayla nasıl yola getirdiğini anlatıyor:
“Başbakan Erdoğan ve Babacan İran’la işlemlere (altın ticareti) yardım edilmesi için Vakıf Bank ve Ziraat Bankası’na şahsen talimat verdiler. Bu talimatın verildiğini Zafer Çağlayan’dan öğrendim.
“Çağlayan’a 45-50 milyon Euro rüşvet ödediğimi düşünüyorum.
“Süleyman Aslan’ı her aradığımda borçlu hâlde oluyordum. Aslan’a rüşvet vermek zorunda kalmamak için photoshop ile onun imzasını taklit etme emri verdim.
“Babası Muammer Güler’e benim için Çin’deki bankalara referans mektubu yazdırması için Barış Güler’e 100 bin dolar verdim.”
ABD, 1979’dan beri özellikle de nükleer programı nedeniyle İran’a bir dizi yaptırım uyguluyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise 2006’da İran’a nükleer materyaller ve teknoloji ticareti ambargosu getirmişti. İran’la ticaret tamamen “yasak”tı. Hatta ABD, Avrupalı ve küresel anlamda etkin olan bazı bankalara geçmiş yıllarda yaptırımları ihlal ettiği için ceza kesmişti. 2013’te değerli taş ticaretinin de ambargo kapsamına alındığı İran’a yönelik ABD, AB ve BM yaptırımları geçen yıl kaldırıldı. Anlaşma gereği olarak İran, uranyum zenginleştirme sürecini durdurmuş ve elindeki stoku imha etmişti. Ancak İranlı bazı kişi ve kurumlara yaptırımlar hâlâ devam ediyor. İşin uluslararası boyutunu bu şekilde özetlemiş olalım.
Ambargoyu yasadışı yollarla delmek ve dolandırıcılıkla suçlanan Sarraf’ın, ticaret yapabilmek için Türkiye’de banka ve devlet yetkilileriyle bir takım “samimi ilişkiler geliştirmesi” ya da “verilen talimatlarla” ticaretini gerçekleştirmesi, duruşmalarda adını andığı isimlerin, kurumların en azından “şüpheli” hâle gelmesi bakımından bir iç mesele.
Çünkü Sarraf da dâhil bir dönemin yürütme organının “anlı şanlı” bakanlarının çocukları ve banka müdürleri burada, Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları kapsamında gözaltına alınmış, bakanlara hediye edilen 700 bin liralık kol saatleri, ayakkabı kutularında bulunan paralar, para sayma makineleri, yayımlanan ses kayıtları günlerce konuşulmuştu.
Sarraf “rüşvet vermek ve suç işlemek amacıyla örgüt kurmak”, bakan çocukları da “rüşvet almaya ve vermeye aracılık etmek” ile suçlanıyordu. Derhal savcıların değiştirildiği soruşturmada yeni görevlendirilen savcı şüpheliler hakkında “kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına” karar verdi. Bulunan paralar faizleriyle iade edildi. Adı geçen bakanlar ise istifa etti, haklarında hazırlanan fezleke medyadan kaçırıldı, Meclis oylamasında AKP’li vekillerin oylarıyla (sonucun önceden belli olduğu kuvvetle muhtemel) bakanlar Yüce Divan’dan kaçırıldı. Nitekim başbakan çocuklarının ancak savcı değiştirildikten sonra ifade verdiği 25 Aralık soruşturma dosyasıyla birlikte konu kapatıldı.
Sarraf ise Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı törenle hükûmet yetkililerinin elinden ödüller aldı, “câri açığın yüzde on beşini kapatması” ile “gururlanıldı”; “ülkeyi seven hayırsever bir kişi” oldu. Kanallarda Türkiye bayrağı önünde konuşturuldu, hakkındaki iddiaları yalanladı.
Bir gün ABD’de tutuklandı. Türkiye’de ise “ülkemizle alakalı bir konu olmadığı çok açık ve net söylenen” Sarraf’la ilgili ABD’ye üst üste nota verilerek “hukuku arandı.”
Fakat orada sanık sandalyesinden tanık sandalyesine geçince konuşmaya başladı: Rüşvetler, talimatlar, dekontlar, referans mektupları, ülkede kimlerle nasıl çalıştığı…
Daha düne kadar sırtı sıvazlanan, AKP’li eski bakanlarla, devlet bankasının müdürleriyle alengirli işler çeviren adam şimdi “gizli kalması gereken bilgileri yabancı devlet lehine casusluk maksadıyla temin etmek” ile suçlanıyor.
“Gizli kalması gereken bilgiler” işte ifşa oldu. Hikâyenin bir bölümünü önceden de biliyorduk ama artık sadece Türkiye değil tüm dünya haberdar.
Normal bir ülkede yapılması gereken savcılar tarafından yolsuzluk ve rüşvet olaylarının soruşturulmasıdır. Adaletin, demokrasinin, vicdanın gereği olarak da, ülkenin dünyadaki imajı ve memleketin iyiliği için de bu böyledir ama siyasî iktidarın asabiyetle, tehditle daha önce olduğu gibi “FETÖ kumpası”, “siyasî operasyon” propagandasıyla korku saldığı, algı yönettiği bir dönemde tek bir cumhuriyet savcısı herhalde bu görevini yerine getiremeyecektir. Bilgilerin gizliliğini ihlal etmekten hemen soruşturma başlatılmıştır ancak adı geçenlere yönelik oluşan şüphenin hiçbir zaman bir adım ötesine geçilemeyecek, rüşvet olayı soruşturulamaya değer bulunmayacaktır.
Büyük bir etik çöküş yaşanan iktidar alanının kirden temizlenmesi, iktidar zırhının sökülüp atılması, hesap verebilirliğin önünün açılması için toplumun demokratik tepkisi büyük bir önem taşıyor: Hak hukuk… Doğruluk dürüstlük… İnsan onuru… Emek… Bunlar hâlâ ortak değerlerimiz ise. (SE/HK)