Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin orta gelir tuzağına düşüp düşmediği tartışılıyordu. Orta gelir tuzağı derken, bir ülke ekonomisinin belli bir gelir seviyesine ulaştıktan sonra durgunlaşması, daha fazla büyümeyi başaramaması kastediliyor. Bu seviye de genellikle yılda kişi başına 10 bin dolar civarında bir gelir olarak kabul ediliyor.
Neden böyle bir aşama var? Çünkü ülkeler zaman içinde altyapı yatırımlarını yapar, kentleşme ve eğitim yaygınlaşır, temel sanayi yatırımlarına girişilir, teknoloji ithal edilir, ihracat artar. Hemen hemen bütün ülkeler bu süreçleri yaşar ve bazıları kişi başına 10 bin dolar gelir düzeyine ulaşır.
Fakat bu aşamada sanayide gelişme hızı yavaşlar, teknolojik ilerleme olmaz, verimlilik yerinde sayar, üretimde çeşitlilik artırılamaz. Ülke 10 bin dolar civarında yıllarca salınır. Çünkü artık yeni bir aşamaya geçilmiştir. Artık eskiden yapılanları tekrarlamak büyümeyi sağlamaya yetmez.
Yapılması gereken
Ülkenin orta gelir düzeyindeki ekonomilerden farklılaşması için, gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi, yüksek verimlilik düzeyine ulaşması, üretimde inovasyonun öncelik kazanması, bilginin payının artması gerekir. Bunun için de insangücünün eğitim düzeyini yükseltmek, bilimsel araştırmaları geliştirmek, teknolojik atılımları sağlamak zorunludur. Aksi takdirde orta gelir tuzağından çıkılamaz.
Gerçi Türkiye 10 bin dolar düzeyinde de kalamadı, kişi başına geliri 8 bin dolar dolaylarına düştü ama gelişmiş ülke olma hedefinden vazgeçmiş değil. En gelişmiş ülkelerde ne görüyorsa hepsini yapmaya kararlı bir hali var. Arabaysa araba, uçaksa uçak, helikopterse helikopter, aya seyahatse aya seyahat.
Tam bu aşamada fazla heyecana kapılmadan, memleketin bilim ve teknoloji alanındaki göstergelerine göz atmakta fayda var. Ülkelerin bilim ve teknoloji alanındaki düzeyini ölçmek için en temel iki gösterge vardır. Bunlardan biri araştırma geliştirme harcamalarının düzeyi öteki de araştırma geliştirme faaliyetlerinde çalışan insanların sayısı.
Bilime ne kadar para ayrılıyor?
Elimizdeki rakamlar 2017-2018 yıllarına ait. Türkiye gayrisafi yurtiçi hasılasının yüzde 1’ine yakını (yüzde 0,96) kadar araştırma geliştirme harcaması yapıyor. Bu oran bazı gelişmiş ülkelerde çok yüksek. İsrail ve Güney Kore’de yüzde 5’e yaklaşıyor. Japonya, İsveç, Almanya, Avusturya, Danimarka’da yüzde 3’ün üzerinde. ABD, Belçika, Hollanda, Fransa gibi ülkelerde yüzde 2’nin üzerinde.
Türkiye’ye benzer sayılabilecek ülkelerde de durum buradan iyi görünüyor. Örneğin Malezya’da ve Portekiz’de yüzde 1,4, Brezilya’da yüzde 1,3, Yunanistan’da yüzde 1,2, Tayland’da ve Rusya’da yüzde 1 dolaylarında harcama yapılıyor.
Genel olarak yüksek gelirli ülkeler gayrisafi yurtiçi hasılalarının ortalama yüzde 2,6’sını, orta gelirli ülkeler yüzde 1,6’sını araştırma geliştirme harcamalarına ayırıyorlar. Dünya ortalaması yüzde 2,3. Böyle bir dünyada araştırma geliştirmeye gelirinin yüzde 1’inden az kaynak ayıran bir ülkenin aya gitmeye heveslenmesinin nasıl karşılandığını merak etmemek mümkün değil.
Üstelik son yıllarda kamu yatırımları içinde araştırma geliştirme projeleri azaltılıyor. Son on yılda kamu yatırım projelerinin sayısı 2.534’ten 3.091’e yükselirken, araştırma projelerinin sayısı 272’den 197’ye düştü. Araştırma geliştirme yatırımlarının toplam kamu yatırımlarındaki payı yüzde 3,2’den yüzde 1,8’e indi. Kamu kaynaklarını bilime teknolojiye harcamaya pek niyet yok gibi görünüyor.
Araştırma yapacak kaç kişi var?
Tabii teknolojik gelişme sağlamak için sadece para yetmez. Bilim ve teknoloji alanında çalışacak insangücü de önemli. Bu konuda ‘bir milyon kişiye düşen araştırmacı sayısı’ diye bir gösterge kullanılıyor. 2017 yılında Türkiye’de bir milyon nüfusa düşen araştırmacı sayısı 1.379 kişi.
Bu sayı gelişmiş ülkelerde çok daha yüksek. Danimarka ve Güney Kore’de 8.000 civarında. İsveç’te 7.500 kadar. Avusturya, Hollanda, Japonya, Almanya, Belçika’da 5.000’in üzerinde. Fransa, Britanya, Avustralya, ABD, Kanada, Portekiz’de 4.000’den fazla. Çekya, Yunanistan, Macaristan, İspanya gibi ülkelerde 3.000’i aşıyor.
Türkiye’deki durumu daha iyi anlamak için Rusya, Malezya, Bulgaristan, Sırbistan’da 2.000’in üzerinde olduğunu belirtmek lazım. Tunus ve İran’daki sayılar da Türkiye’nin üzerinde.
Genel olarak yüksek gelirli ülkelerde bir milyon kişiye ortalama 4.350 araştırmacı düşüyor. Bu sayı orta gelirli ülkelerde 735. Türkiye bu göstergede orta gelirli ülkeler ortalamasını aşıyor, 1.410 kişi olan dünya ortalamasının hala altında ama yaklaşıyor.
Kim bu araştırmacılar?
Tabii araştırmacıların sayısı kadar niteliği de önemli. Elimizde niteliği ölçecek bir araç mevcut değil. Fakat gösteri yapan üniversite öğrencilerini mafya babası ağzıyla tehdit eden dekanın, tezinin yarısından çoğunun çalıntı olduğu ortaya çıkan doçentin, intihalci olduğu kanıtlanan rektörün, adını soyadını değiştirerek hükümeti eleştirdiğini gizlemeye çalışan öğretim üyesinin, özel üniversitede hoca yapılıveren güvenlikçinin de bu sayı içinde olduğunu belirtmek gerekir.
Resmi rakamlara göre, Türkiye’de ‘tam zaman eşdeğeri cinsinden’ ar-ge personeli sayısı 2015-2019 yılları arasında 122 binden 182 bine çıkmış. Yani dört yıl içinde yüzde 50 oranında bir artış sağlanmış. Sağlık Bakanlığının pandemi verilerine bile bundan daha çok güvenilir.
Bilimsel ve teknolojik araştırma yapacak insangücünden söz ediyoruz. Dört yılda endüstri meslek lisesi öğrencilerinde bile bu oranda artış sağlamak imkansızdır. Bu sayı, araştırma yapıyor görünerek vergi indirimi almaya çalışan firmaların uyanıklığının eseri mi yoksa üniversitelerde bol keseden dağıtılan ünvanların sonucu mu, belli değil.
Bütün bu göstergeler Türkiye’nin bu kafayla umut edebileceği en iyi pozisyonun orta gelir düzeyine tutunmak olduğunu gösteriyor. Türkiye’yi yönetenlerin bugüne kadar uygulanan politikaları değiştirmeye hiç niyeti yok. Bildiğinden şaşmayacak, eski köye yeni adet getirmeyecek, bilimle işi olmayacak, başımıza icat çıkarmayacak. Kalkınma kavramını çoktan unuttu, zaten kalkınmanın ne demek olduğunu da bilmiyor ama uzayı fethetmeye pek hevesli.
(NÖ)