Şoförün Avrupa Komisyonu’'nun 6 Ekim’'de açıkladığı “Türkiye’nin Üyeliğine İlişkin Tavsiye Raporu”ndan haberi oldu mu acaba? Olsaydı, raporda yer alan “işçilerin serbest dolaşımına karşı kalıcı önlemler düşünülmelidir", tavsiyesini görseydi “İstanbul-Münih hattı”nda “iş sahası” açmanın kendisi için bir rüya olarak kalmaya devam edeceğini anlayacaktı. Gene de, büyük olasılıkla bu rüyadan vazgeçmeyecekti.
Avrupa rüyası
Doğrusu, Türkiye’de yaşayanların bir Avrupa rüyası hep olageldi! Bu, sadece ‘iş bulmak’la sınırlı bir rüya değil. İstanbul’'un fethinden sonra, Osmanlı Devleti’'nin sahiplerinin rüyalarını hep Batı’ya doğru genişlemek ve giderek artan ölçüde Avrupa toprağı üzerinde egemenlik kurmak, ganimet elde etmek ve bu topraklar üzerinde yaşayanları vergiye bağlamak süsledi. Osmanlı ordularının Viyana kapılarından geri dönüşünden sonra ise Avrupa, artık Osmanlı seçkinlerinin fetih hayallerinin değil modernleşme arzularının nesnesiydi: Modern Avrupa kurumları ve yaşam tarzını devralmak, Osmanlı seçkinlerine uluslararası rekabette ayakta kalmanın ‘sine qua non’'u (olmazsa olmazı) olarak göründü. Yıkılan Osmanlı Devleti’nin ordu ve bürokrasisinden çıkagelen Cumhuriyet elitlerinin 1. Dünya Savaşı sonrasında galip Avrupa’'nın işgaline karşı savaşmak zorunda kalmış olmaları bile, onların ‘Batı uygarlığı’na dahil olma vizyonunu değiştirmedi. Bugünkü Türkiye’'nin başlıca politik ve ekonomik mekanizmaları ve yaşam tarzı modeli, çok büyük ölçüde, Avrupa modernleşmesinin Türk-İslam kültürü zemininde yukarıdan aşağıya sürdürülmesinin bir ürünü.
Avrupa kabusu
Ama Avrupa burada yalnızca rüyaların değil kabusların da konusu: Türkiye’nin milliyetçi seçkinleri bir zamanlar Alman emperyalizminin parolası olan “Drang nach osten!”in; Fransızca, İngilizce ve İtalyanca karşılıkları da olduğunu deneyimlerinden biliyorlar. Küçük Asya’'nın ve İstanbul’'un 1918-1922 arasında Fransa, İtalya, İngiltere ve Yunanistan tarafından işgal edildiğini ve kendilerine, Anadolu bozkırında silahsızlandırılmış ve maliyesine el konulmuş bir devletçikten başka bir varolma biçiminin layık görülmemiş olduğunu anımsıyorlar. Osmanlı Devleti’'nden arta kalan toprak ve nüfusu yukarıdan aşağıya demir yumrukla birleştirerek yeniden oluşturdukları Türkiye Cumhuriyeti’'nin her sorgulanışı, her başkaldırı, her eleştiri, onlar için arkasında ‘yabancılar’ın yer aldığı örtük bir istila girişimi. Bu ‘yabancılar’ın toplamı demek olan Avrupa, bu istiladan miras kalan atavik bir kuşkunun durmaksızın beslediği bir ‘kabus’ kaynağı öte yandan.
Küresel güç dizilişi
‘Soğuk Savaş’ bu kabusu uzunca bir süre geriye itti. Türkiye'nin askeri ve bürokratik seçkinleri 40 yıl boyunca sınır komşusu oldukları ‘Sovyetler Birliği’'nin askeri istila tehdidi -yada paranoyasıyla- yatıp kalktılar. NATO’'daki askeri ortaklık, Avrupa ülkeleriyle giderek artan ticaret ve sanayi işbirliği; 1960’larda başlayan emek göçü dolayısıyla Avrupa ülkelerinde yaşayan ve çalışan, şimdilerde toplamı 3 milyona yaklaşan işçi ve göçmenin Türkiye’ye transfer ettiği döviz, Avrupa rüyasıyla Türkiye gerçeği arasında elle tutulur bir dolayım oluşturdu.
Ankara, Avrupa’nın kıyısında, standart-altı bir demokrasi; Avrupa’'ya tekstil, beyaz eşya, yaş meyve ve sebze ile işçi ihraç eden; turist, silah ve makine ithal eden bir ülke olarak kalmayı bu rüyanın gerçekleşmesinin bir kanıtı sayabilecekti, eğer dünya ‘küreselleşme’ basınçları altında hızla şekil değiştirmeye başlamasa; eğer ‘Soğuk Savaş’ sürse, Sovyetler Birliği yıkılmasa, ‘küreselleşme’ yeni bloklaşmaları dayatmasa. Türkiye, bu ne kadar sürerdi bilemeyiz ama, pekala ‘Sovyetler Birliği’nin istilası’ paranoyası ile ‘Avrupalılaşma rüyası’ arasında bata çıka yürüyüşünü sürdürmeyi bir ‘kalkınma’ belirtisi olarak göre gelecekti büyük olasılıkla.
Ama, Turgut Özal 1989'da tam üyelik başvurusuyla kapitalistler arası yeni küresel bloklaşmada Avrupa’yla ‘bütünleşme’ iradesini ortaya koyduğundan beri Avrupa Birliği artık bir görünüp bir kaybolan bir rüya değil, Türkiye’'nin iç işi! Avrupa için de öyle. Bir zamanların uzak komşusu, sıradan Avrupalı'nın Araplar, İranlılar, Afrikalılar'la farkını ayırt edemediği bu ülkenin insanları onların kurumlarında, yaşamlarında, kültürlerinde söz ve pay sahibi olacak! Bu, Avrupalıların büyük bölümü için, eğer bir kabus değilse, sonsuz sorularla dolu bir bilinmeyen, bir belirsizlik ve kuşku kaynağı!
Asıl soru: Kapitalizm krizi aşabilir mi?
Gene de, Avrupa Birliği ve Türkiye’'de yaşayan halklar olmasa, onların çelişik tarihsel ve toplumsal tercih ve çıkarlarının devlet adamları ve kapitalistler tarafından hesaba katılması gerekmeseydi, Türkiye Cumhuriyeti Turgut Özal’'ın üyelik başvurusunda bulunduğu 1989'da Avrupa Birliği’ne kabul edilmiş olurdu büyük olasılıkla. Çünkü, Avrupa Birliği’'nin ‘genişleme stratejisi’ kapitalizmin küresel krizi koşullarında ‘teknik olarak’ ABD, Rusya ve Çin’in çıkarlarının çatıştığı Asya’'nın ‘enerji ve su koridorları’nda söz ve güç sahibi olmayı gerektiriyor. Türkiye bu stratejik konumu dolayısıyla kaçınılmaz olarak Avrupa’'nın ilgi alanında. Türkiyeli kapitalistler ve devlet adamları içinse, küresel krizin bağrında daha da vahimleşen yapısal krizi aşmak için Avrupa Birliği’'ne katılmak, sermaye ve teknoloji akışını sağlamak biricik makul yol. Bu yüzden, İslamcı Tayyip Erdoğan ile Katolik Gerhard Schroeder ve Protestan Tony Blair arasında Türkiye’nin Avrupa Birliği’'ne katılması konusunda tam bir uyum kurulabiliyor. Ama toplumlar için tartışma çok daha karmaşık.
Fakat asıl soru yanıtlanmamış olarak duruyor: Doğal ve tarihsel sınırlarına dayanmış olan dünya kapitalizmi Schroeder, Blair, Bush ya da Putin’in sandıkları gibi krizi aşabilir mi? Bu kriz koşullarında Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın meydan okumasıyla karşı karşıya kalan Avrupa Birliği ‘300 milyon şanslı insan’ insan için krizden arınmış bir coğrafya sağlayabilir mi? Türkiye, Tayyip Erdoğan’'ın sandığı gibi daha geniş çaplı bir kriz coğrafyasına katılarak bugünkü toplumsal düzenini sürdürebilir mi?
‘Nuh’un Gemisi’ hiç olmadı!
Önümüzdeki 20-30 yıl kapitalizmin sürdürülemezliğini, dünyanın dörtte üçü açlık ve yoksulluk içinde yaşarken bu eşitsizlik ve adaletsizlik küresinin bir ucunda, Avrupa Kalesi’nin duvarlarının gerisinde refah ve uyumun tesis edilmesi rüyasının insanlığı gayri-insani gerçekliğiyle yüzleşmekten alıkoymak dışında bir manası olmadığını bütün çıplaklığıyla gösterdiğinde çok geç kalmış olmayacağımızı umalım. Dünya, kapitalizmin anaforunda sürüklenirken, Avrupa Birliği’'nin, içine binebilenleri ‘Nuh’un Gemisi’ gibi selamete ulaştıracağını ileri sürenlere ve gemiye binmek için karaborsadan bilet bulmaya çalışan Tayyip Erdoğan’a söylenebilecek tek şey var: ‘Tufan’ gerçekti, ‘Nuhun Gemisi’ ise sadece bir efsane! (EK)