Son aylarda arttıkça artan can kayıplarıyla ve Türkiye’de yaşayan herkesin canını yakarak süregiden çatışma, çatışmayı yayarak önlenebilir mi?
Askerler ve Meclis ile hükümet önlenebilir diye düşünüyor, medya bu havayı bir amplifikatör gibi bütün topluma yayıyor ve sokaklardan gelen yankı bu havanın giderek daha çok yayıldığını gösteriyor.
Silahlı Kuvvetler’in girişeceği öngörülen, ve Meclis’in de yetki verdiği sınırötesi operasyon ya da askeri harekatın çatışmayı Irak topraklarına yayacağı çok açık, bunun Türkiye’nin Kürt sorununu ve ondan türeyen başka hiç bir sorunu çözemeyeceği de öyle...
Sorun burada, orada değil...
Çünkü, silahlı Kürt hareketi PKK, kısmen Irak’ta üsleniyor olsa da, silahlı bir isyanı doğuran koşullar Türkiye’nin içinde varlığını sürdürüyor. Irak’ta ABD işgali sonrasında oluşan yeni koşullar, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri varolan ve 28 kez isyana yol açmış olan bu soruna sadece yeni bir bağlam kazandırmış olabilir ama bizim sorunumuz Irak’ta değil burada...
Elbette -daha önce 1999’da gene Evrensel gazetesinin başka bir soruşturması dolayısıyla söylediklerimi tekrar pahasına- “Kürt sorununun nihai olarak çözümünden söz edecek olan herkesin, esasta bir bölgesel çözümü gözönüne alması gerektiği” saptamasının tarihsel gerçekliği olduğu yerde durmaya devam ediyor.
"Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı Devleti ortadan kalktığından beri Kürtler dört ülkede -Türkiye, Suriye, İran, Irak- bölünmüş halde yaşıyorlar. Bu parçalardan birinde ortaya çıkan değişiklik, diğer parçaları, bu parçalarda yaşayan Kürtleri olduğu kadar, birbirleriyle rakip diğer devletlerin çıkarlarını da yakından ilgilendiriyor, işin içine sokuyor, bu nedenle, bir parçada 'demokratik' anlamda çözüldüğü düşünülebilecek sorun, bölgesel ölçekte sürüyor, ya da o parçada bir süre sonra kötüleşebiliyor. "
O nedenle Türkiye’de ortaya konulacak bir çözümün büyülü bir ilaç gibi “Kürt Sorunu” diye özetlediğimiz ama dört devletin egemenliği altındaki topraklarda süregiden sorunu bir anda ortadan kaldıracağını ileri sürmek safdillik olur.
Bununla birlikte, Türkiye’nin özgün tarihsel ve politik koşulları içinden doğan ve kendisini bir isyanla dışarı vuran sorunu tekyanlı olarak ve bir askeri harekat ile başka bir devletin/devletlerin egemenliği/işgali altındaki topraklarda çözmeye girişmek, ya da çözeceğini iddia etmek, politik olarak da askeri olarak da akıl dışı.
Sınırın ötesinde bela var...
Kendi ölçeğinde bir uluslararası meşruiyet edinmiş Irak Kürt yönetimini askeri güçle Ankara’nın iradesine tabi kılmaya girişmek, Türkiye’nin başına Kıbrıs’ın işgaliyle açıldığından çok daha büyük ve süreğen bir belayı açmaya aday görünüyor.
Barzani’nin hedefe konulması öyle gösteriyor ki, Türkiye mevcut Irak-Türkiye sınırını ve Barzani kontrolündeki topraklar üzerindeki hakimiyet iddiasını da silahla tartışmaya açacak. Buysa, Türkiye’nin kendi Kürt yurttaşlarıyla ilişkisinden doğan sorunları Orta Doğu’nun bütün Kürtleriyle çatışma noktasına taşıyarak vahimleştirmeye aday.
Bu gerekçeler ve bu hedeflerle başlayacak olan bir çatışma Kürt Sorunu’nun çözümü için hiçbir imkan yaratmayacak. Hatta bu, hangi güce ne kadar darbe indirilirse indirilsin, sorunu bütün Türkiye ve Irak coğrafyasına yayarak on yıllar boyunca dinmeyecek bir halklararası husumetin ve boğazlaşmanın yolunu açacak.
Ankara çözüm için ne yaptı?
Sorunun bugün Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği 1999’da kaldığı yerden de vahim bir biçimde yeniden alevlenmesini yalnızca Irak’ın ABD tarafından işgali dolayısıyla doğan Kuzey Irak’taki Kürt özerkliğine bağlamak inandırıcılıktan uzak bir açıklama.
İçinden geçtiğimiz krizi açıklarken, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’de yargılanması sırasında PKK güçlerinin Türkiye dışına çıkarılmasıyla başlayan ve 2005’e kadar süren, tek yanlı ateş kes döneminin Türkiye’nin askeri ve politik yöneticileri tarafından heba edildiğini görmezden gelemeyiz. Sorumluluğu sadece ve tek başına zaten isyan halinde olan bir gücün yeterince teslim olmamış olmasına yıkarak 100 yıllık bir sorunu halının altına süpüremeyiz.
Elbette sürecin “barışçı bir çözüm”e evrilmemesinde PKK’nin payına düşen pek çok şey var ama önce kendi hükümetimize bakalım.
1984’ten başlayarak yaklaşık 15 yıl sürmüş ve 30 bin -20 bini aşkın PKK militanı, 5 bine yakın asker, polis ve korucu ile 5 bin kadar sivil- insanın ölümüne yol açmış olan, bir bölgeyle sınırlı kalmayıp bütün ülkeyi kasıp kavuran bir çatışmanın son bulması, nedenlerinin ortadan kaldırılması ve bir “uzlaşma dönemi”nin yaratılması için televizyonda yarım saat Kürtçe yayın ve binbir bürokratik engelle kuşatılmış özel Kürtçe kurs açma hakkı yeter miydi? Üstelik bütün bunların ayak sürüye sürüye, AB müzakere sürecinin baskısıyla yapıldığını bilmeyen mi var?
Aklı eren herkes, silahlı çatışmanın zemininin ortadan kaldırılması için “savaş suçlarını kapsam dışı bırakan bir genel siyasal af” ve Kürt kimliğinin kamusal olarak tanınmasını olmazsa olmaz başlangıç noktaları olarak önerdi. Ama bunları gerçekleştirecek bir siyasi irade hiç ortaya çıkmadı, buna karşılık tek yanlı ateşkesi bozmayı hedefleyen askeri kışkırtmalar biteviye devam etti, bunun isyan ateşini ve iradesini besleyip yanar halde tuttuğunu görmezden gelebilir miyiz?
Kürt halkının Türkiye’de doğup büyüdüğü yerlerde maruz bırakıldığı yoksullaştırma ve geri bıraktırılma siyasetinde hiçbir değişiklik olmadığını, göç ettikleri, kitlesel olarak göçe zorlandıkları yerlerde karşı karşıya kaldıkları sefalet, işssizlik, yabancılaşma, dışlanma ve ötekileştirilme halinin her geçen gün derinleşip kanserleşmesinden henüz söz etmiyoruz bile.
Bütün bu koşullar altında, isyan ateşini yeninden yakma çağrısının bir cazibesi olamayacağını ancak Türkiye’nin taş kalpli kudret sahipleri düşünebilir, ya da toplumun buna inanacak kadar taş kafalı olduğuna güvenebilir.
Çok geç de olsa...
Elbette PKK’nin silahlı mücadeleye resmen son verme hedefini siyasal programına hiçbir şekilde almaması, Türkiye’nin ezilen sınıflarıyla tarihsel ittifakını canladıracak ve sorunu Ankara’ya taşıyacak esaslı bir stratejik yönelim benimsemektense, muğlaklığa ve bölgesel güç kaymalarına oynayan bir hatta kayması da, devlet ve Kürt hareketi dışındaki güçlerin barışçı bir çözüm için çabalarını cılızlaştırdı, kafa karışıklığını ve karşılıklı güvensizliği besledi.
Belki de çok geç kalmış bir tartışmayı yapıyoruz, ama topluma Irak toprakları üzerinde hakimiyet kurmayı önerenler bunu Türkiye’nin güvenliği, toplumun esenliği ve silahlı saldırılardan halkı korumak için yapmayacaklar, onlar için PKK saldırıları, Orta Doğu’daki hakimiyet kavgasında inisiyatif üstünlüğünü ele geçirmek amacıyla girişilecek bir harekatı halkın gözünde haklı göstermek için bir gerekçe.
Büyük çaplı bir askeri harekat başlayacak olursa, bizzat harekatın mantığı gereği ve tarihsel ve coğrafi arka plan dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin girdiği topraklardan kısa sürede çıkması olanak dışı. Hatta belki de harekatı planlayanlar, önceki yakınmaları aklımızda tutarsak, Türkiye sınırlarını ortalama 20-30 km genişliğindeki bir şerit boyunca Kürdistan yönetimi aleyhine genişletmeyi hedefleyeceklerdir. Bunun Türkiye’yi uluslararası alanda nasıl tecrit edeceğinin ve toplumu nasıl bir savaş bütçesininin yükü altına sokacağının, faşizm ve diktatörlük aranışlarını, pogromlar ve linç kültürünü nasıl sıradanlaştıracağının hayali bile kabustan beter.
Bir yandan askerliğin demirden mantığı gereğince bundan kaçınılamaz, öte yandan ve işte bundan ötürüdür ki, bilinen özdeyişte olduğu gibi “savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir”.
Türkiye halkını ve kamu oyunu hükümeti baskı altına alacak şekilde barış istikametinde tutmak, PKK’yi ise derhal ve süresiz bir ateş kes ilan ederek, tam silahsızlanmayı hedefleyen bir program açıklamaya davet etmek, hala çok cılız da olsa harpten kaçınmanın bir imkanı olarak görünmeye devam ediyor.
Askeri bir çözüm ihtimal dışı, Kürt sorunu için de Türk sorunu için de...
_____________________
(*) Ertuğrul Kürkçü'nün makalesi Evrensel gazetesinde "sınır ötesi operasyon" olasılığı konulu soruşturma çerçevesinde bugün yayınlandı.