* Ordu, politik misyonunun ve özerkliğinin elinden alınmasını, iktidarı hükümete devretmeyi istemiyor.
* Ordu, Tayyip Erdoğanı devletin başında, Cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor.
* Ordu, Batı-İslam kamplaşmasında İslam kampında yer almak istemiyor.
* Ordu, Kürt Sorununun Kürtlere topluluk hakları tanınarak çözülmesini istemiyor.
* Ordu, ifade-eleştiri ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasını istemiyor.
* Ordu,Avrupa Birliği üyeliğinin koşulları arasında yer alan Kopenhag Kriterlerine uyum göstermek istemiyor.
28 Şubatın izinde
Başbakan Tayyip Erdoğanın Kürt sorununun çözümü için George W. Bushun desteğini aramak üzere Washingtona ayak bastığı saatlerde Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakanı tekzip ederek irtica tehdidinin varlığı ve devletin en üst düzeylerinde yer aldığına ilişkin saptamalarını bir medya gösterisi biçimine sokarak ilan etti.
Yaygın medyanın, ertesi gün, o kadar da sert değilmiş yorumlarıyla hafifletme çabalarına karşın, Büyükanıt ve kuvvet komutanlarının pozisyon alışlarını, ordunun kanaat beyanı olarak niteleyip sıradanlaştırmak olanaksız. Darbe demek için yeterli şiddet ve yaptırım kudretini henüz içermese de Silahlı Kuvvetlerin çıkışının, hükümetin otoritesine karşı bir meydan okuma, Tayyip Erdoğanın devletin tepesine yükselme hırsına getirilmiş bir sınır çizgisi olduğunu görmemek için çok saf olmak gerekir.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt, henüz Kara Kuvvetleri Komutanı iken hükümetin Kıbrıs ve Kürt Sorununda izlediği politikalardan hoşnut olmadığını saklamamış, Avrupa Birliği raportörlerinin silahlı kuvvetlerle ilgili yaklaşımlarına yönelik sert imalarda bulunmuştu. Kuşkusuz, Büyükanıtın bir otoriter demokrasi arayışını dile getiren, ultra-milliyetçiliği özendiren yaklaşımlarının kendi zihniyetiyle dolaysız bir ilgisi var.
Ancak son tayinlerle, kendisiyle hemen hemen her konuda hemfikir komutanların Silahlı Kuvvetler komuta kademesinin tamamına egemen kılınması, kişisel bir tercihten çok egemen sınıfın/gücün dönemsel bir tercihini yansıtıyor. Tıpkı selefi Hilmi Özkökün Avrupa Birliği merkezli düzenlemelere, Yunanistanla uzlaşmalara, Kıbrısta çözüme yönelik söylem ve yaklaşımlarının da dönemsel bir egemen sınıf/güç tercihiyle örtüşmesi gibi.
Silahlı Kuvvetlerin bu son çıkışını, Büyükanıt nezdinde ordunun iktidar hırsından çok, askerlerin Türkiyenin ya da Türkiye egemen sınıfının- rotasının yeni küresel koşullar çerçevesinde nasıl belirlenmesi gerektiğine ilişkin irade beyanı olarak görmek yerinde olur. Bunun bir egemen sınıf tercihi mertebesine yükselmesi için ordunun elinden geleni yapacağından kuşku duymak için bir neden yok. Çünkü bu tercih Silahlı Kuvvetlerin rejimdeki rolünü 28 Şubatta kazandığı momentum düzeyine hatta ondan daha ileri götürmeye aday. O nedenle Yaşar Büyükanıtın kişisel tercihleri, silahlı kuvvetlerce yaygın olarak paylaşılan tercih ve rahatsızlıklarla örtüştüğü nispette genel olarak silahlı kuvvetlerin düşüncesi haline geliyor ve egemen denklemi belirlemeye başlıyor.
Yeni küresel denklem
Silahlı Kuvvetlerin Tayyip Erdoğanın Cumhurbaşkanlığına yükselmesine ve ABden gelen kurumsal değişim taleplerine karşı olmak için pek çok geleneksel sebebi var. Ancak ordunun bu karşıtlığını, batıdan tecrit olma riskini de ima eden bir darbeyi göze alacak sertlikte ortaya koymasının nedenini yalnızca irtica ya da Emine Erdoğanın türbanı gerekçesine bağlamak, neden ve sonuç arasında mantıklı bir bağ kurmayı zorlaştırıyor.
Ancak irticayı, Büyükanıt ve kuvvet komutanlarının konuşmalarının arka planındaki küresel kaygılarla birlikte okuduğumuzda, ordunun esas olarak AKPnin, ABDnin Genişletilmiş Orta Doğu projesine İslam ülkesi kimliğiyle dahil olma yönelişinden ve bu yönelişin Cumhuriyetin batılılaşma perspektifinden bir kopuşa yol açmasından kaygı duyduğunu görmek mümkün.
Bunun da ötesinde, yeni küresel güç denkleminde Avrupa Birliğinin belirleyici rol oynama kapasitesinin giderek daraldığı, dünyanın ABD-Çin kutuplaşması bağlamında yeniden düzenlenmekte olduğu öngörüsü, Silahlı Kuvvetler çevrelerinde, kaz gelmeyecek yere boşuna tavuk ikram edildiği düşüncesini gitgide daha çok yaygınlaştırıyor. Buna Avrupa Birliğinin Fransa-Almanya ekseninde Türkiyenin AB üyeliğinin gitgide daha uzak ve gerçekleşmesi arzulanmayan bir olasılık olarak değerlendirilmesi eklenince, yeni küresel gerilimler bağlamında, silahlı kuvvetlerin kendisini AB normlarına bağlı sayması için hiçbir esaslı stratejik gerekçe kalmıyor.
Silahlı Kuvvetleri, İslamcı bir Cumhurbaşkanına sıfır tolerans noktasına getiren diğer önemli stratejik gerekçe ise, ABD-İran nükleer gerginliği ve Irakın bölünme riski. İranın nükleer kapasite edinmesini stratejik bir tehdit sayan Silahlı Kuvvetler, İslami dünya görüşü dolayısıyla Tayyip Erdoğan hükümetinin bu tehdidin ciddiyetini kavramadığından, İranın bölgede oynamakta rolü görmediğinden emin.
Silahlı Kuvvetler Irakın bölünmesi olasılığı karşısında hükümetin herhangi bir stratejik planı olmadığından da emin. Aslında bu planları elinde tutan ve bütün bu süreci gözleyen ve hazırlıklarını yapa gelen kuvvet, stratejik ve politik yönelimlerine itibar etmediği bir Cumhurbaşkanının yasal olarak komutası altına girmeyi istemiyor ve bunu bir dizi kodla ifade ediyor.
ABD desteği için mücadele
Bu yeni stratejik yönelim gereksinmesini AKP de kavramıyor değil. Hükümetin AB müzakere sürecini yavaşlatıp gündemin en arka sıralarına itelemesi, enerjisinin en azını bu alana aktarması; Tayyip Erdoğanın Washingtona apar topar giderek, Bushtan terörle mücadele desteği istemesi, Bushun veriyormuş gibi yapması bundan.
Yaşar Büyükanıt ve bütün öteki kuvvet komutanlarının ABye, emperyalizme, uluslararası kapitalizme, dizginlenemez küreselleşmeye yönelik desteksiz atışlarının yanında ABDye, Bush yönetimine, ABD dış siyasetine karşı tek bir kelime etmemeleri de bundan.
Geçmişte ne olmuş olursa, isterse mensuplarının başına çuval bile geçirilmiş olsun en kahraman silahlı kuvvetler için bile, Çin-ABD, Batı-İslam kutuplaşmasının belirlemekte olduğu bir dünyada, nükleer İranla, bir kolu Türkiye nüfusunun altıda birine uzanan Irak Kürdistanıyla, her camide bir militan bulundurma potansiyeline sahip El-Kaide terörizmiyle, NATO şemsiyesi olmadan komşuluk etmek ve yüzleşmek ürkütücü bir kabustan başka bir şey olamaz.
Emeğin talepleri egemen gündemin dışında
Bu gerilimin nasıl sonuçlanacağını şimdiden öngörmek zor. Tayyip Erdoğan ve AKPsinin toplumsal desteklerini kaybetmekte olduklarını görüp, gerilimi azaltmayı seçmeleri de, Çankaya ısrarını sürdürerek gerilimi şiddetlendirmeleri de olasılıklar içinde. Erdoğanın hangi yolu seçeceğini daha çok AKP içindeki güç mücadelesi ve elbette Washingtonun AKP ile silahlı kuvvetler arasındaki güç mücadelesinde hangi ata oynayacağına ilişkin seçimi belirleyecek. ABD Büyükelçisi Ross Wilsonın ordunun vurguladığı irtica tehdidini kuru gürültü olarak nitelemesi, henüz Washingtonın tercihini AKPden yana yaptığı anlamına gelmiyor. Bunu, Yaşar Büyükanıtın ABD seyahatinden sonra daha net olarak görmek mümkün olacak.
Ancak, bu çatışma, ve çatışmayı belirleyen koşullar, emeğin talepleri ve gündemini egemen gücün gündeminin gölgesine sürüklemekten başka bir sonuç yaratmıyor. Bütün vatanseverlik ve vatan satıcılığı karşıtlaştırmalarına, emperyalizme karşı mücadele palavralarına rağmen, iktidar oyununu Washingtonın satranç tahtasından başka bir yerde kuramayan, NATOdan başka bir uluslararası dayanışma bağlamı düşünemeyen güçlerin özgürlük, barış ve emeğin haklarını hiçbir biçimde içermeyen çekişmesinde taraf olmak için hiçbir neden yok.
Bu gerilimli süreçte, emeğin manevra alanını genişleten tek olumlu gelişme PKKnin belirsiz bir süre için de olsa silahlı saldırılara son vermesi, böylece, toplumu, ve aydınları ultra-milliyetçi ajitasyonun çekim alanına sürükleyen sıradan askerlerin ölümlerine son verilmiş olması. Bu ateşkesin sürekli olup olmadığı ve bunun uzun vadeli imaları şu an için önemsiz. Önemli olan, Nisan 2007ye kadar bir provokasyon olanağının milliyetçilerin elinden alınmış olması.
Bu gerilim sürecinde emekçilerin ve devrimcilerin gündemi ABDnin hangi müttefikinin devletin başına çıkacağı değil, bu devletin egemenlik alanında kendi kazanımlarını korumak ve milliyetçilik-İslamcılık kutuplaşmasının ötesindeki üçüncü kutbu, emek kutbunu kurmak için ideolojik ve politik mücadeleyi derinleştirmek olmaya devam ediyor. (EK)