Arjantin ve Hollanda'da iki neo-faşistin seçim kazanması elbette tesadüf değil. Bütün bunlar içinde bulunduğumuz 3. Dünya Savaşı'nın zemininde gerçekleşen ve onun tarafından motive edilen olaylar.
Biden yönetimini iktidara gelmesi sonrası izlediği paylaşım savaşını büyütme ve derinleştirme siyaseti bu sürecin belirleyicisi oldu. TC'nin de dahil olduğu irili ufaklı güçler bu zemini kullanarak kendi kanlı hükümranlıklarını büyütme, güçlendirme yoluna gittiler. İsrail'in Filistin halkına dönük geliştirdiği katliam süreci de doğrudan bu politik zeminle ilgili.
Bu yazıda Arjantin nereye gidiyor sorusuna yanıt aramaya çalışacağım. Önce bir öykü.
Hayaller
Birkaç hafta önce yaşadığım ülke Kolombiya'da gezerken, kuş uçmaz (gerçi akbabalar haşin bakışlarla biraz ileride bekliyordu) kervan geçmez bir ırmak kenarında soluklanalım diye bir cafe-ev karışımı bir yere uğradık. Çok sıcaktı, önce su içmek istedik ama yoktu. Canları sağ olsun. Artık dolapta ne varsa onları yudumladık.
Evin kızı içecekleri getirirken pek gelen giden olmadığından mıdır yoksa meraktan mı bilmiyorum, bizle muhabbete başladı. Biz anlattıktan sonra sıra onun gelecek planlarına geldi. 18 yaşına girince pasaportu alıp Arjantin'e gidecekti. Tıp eğitimi almak istiyordu. Kendi ülkesinde üniversite eğitimi çok pahalıydı. Sonra iş garantisi de yoktu.
Daha önce Buenos Aires'te yaşadığım için bütün Abya Yala/ Latin Amerika ülkelerinden Arjantin'e gelip ücretsiz eğitim olanağından yaralananların olduğunu biliyordum. (1) Bazılarıyla tanışmıştım da. O yüzden ilk başta onun hayalleri yadırgatıcı gelmedi. Ancak bir süre sonra sağlık ve eğitimi özelleştirme vaadiyle Arjantin devlet başkanlığına soyunan J. Milei aklıma geldi. Amazonların ortasında hayal kuran gence bu olasılığı hatırlattım. O da biliyordu. Neşesini kaybetmek istemedi ama yine de yüzünden karamsar bir esinti geçmesine engel olamadı...
Milei nasıl kazandı?
Bunun nedenlerini görebildiğim kadarıyla anlatayım. İlk sebep rakiplerinin sonra teke inen S. Massa ile simgelenen karşı tarafın, siyasal elitin ülkenin çökmüş olan ekonomisinin sorumlusu olmasıydı. Halk onlardan zaten bıkmıştı. Özetle üzerinde tepinebileceği zemin bir hayli genişti.
İkinci mesele gayet "bilimsel" çalışan faşist propaganda teknikleri. Bunu daha önce Trump, Bolsonaro ve benzerlerinin seçim süreçlerinde nasıl işlediğini görmüştük. Milei'nin yükselişinde de bu kullanıldı.
Sosyal medyadan geniş kitlenin hangi yalan, hangi manipülatif söz ve görüntüden etkileneceği analiz edildi. Sonrası tik-tok teknikleriyle bir Milei imajı yaratıldı. Bu oyunda sözlerden öte görüntü önemliydi. "Genç- Deli" imajı bu manipülasyon süreci üzerine kuruldu. Medyanın ağırlığını elinde tutan kasıntı-beyaz burjuvazi ise Milei'ye yürü ya kulum dedi...
Bir başka sebepse ABD'nin Arjantin'in başında bölgedeki solculara meydan okuyabilen bir lider görme ihtiyacıydı. Amerikan'ın Buenos Aires büyükelçisi, Milei'yle beraber pozlar vererek bu desteği seçim öncesinden göstermek çekinmedi. Seçim ertesi ise Biden telefonla Milei'yi kutlamak için aramakta gecikmedi.
Zaten o aramadan önce ABD basınında Milei'ye methiyeler düzülmeye başlanmıştı. Kesinlikle Trump'a benzemiyordu, ondan çok daha akıllıydı, bir kere entelektüeldi, akademik bir geçmişi vardı, anayasaya ve demokrasiye saygılıydı, ilk fırsatta Tel Aviv ve Washington'a gidecek, hem Zelenski'yle de görüşecekti...
Bir diğer neden ikinci turda bütün sağ Milei'nin etrafında toplanırken, Massa Perónistlerin manipülatif siyasetinden bıkmış geniş devrimci toplumsal hareket ve kesimleri kendine oy vermeye ikna edemedi.
İkinci turda toplamda yaklaşık 36 milyon seçmenin 26 milyon beş yüz bine yakını sandığa gitti. Onun da yaklaşık 850 bini boş ya da geçersiz oy attı. Arjantin'de seçime gitmek zorunlu. Peki bu seçime gitmeyen ya da boş oy atan on milyondan fazla insanı böyle bir eyleme sevk eden neydi? İlk turda da benzer bir durum olmuştu. Bunun neticesinde yapılan yorumlar olanların halk hareketlerinin protestosunun eseri olduğu yönündeydi. Zira sosyalist partilerin bir kısmı boykot ve boş oy çağrısı yapmışlardı.
Stratejik etki
Görünen o ki Milei başkanlık koltuğuna tek başına oturamayacak zira Senato ve Parlamento'nun yanı sıra eyalet valiliklerinde desteği az. Neredeyse başkanlığı kendi kazanmış gibi gerine gerine televizyonlarda konuşan Macri'nin haline bakacak olursak Milei adım atmak için hem onun ve başkalarının desteğine ihtiyaç duyacak. Tabii fiili politikalar da geliştirmenin yolunu arayabilir.
İşin uluslararası boyutuna gelince, 2024 başında Arjantin Çin'in başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü'ne üye olacaktı. Milei buna izin vermeyeceğini ilan etmişti ayrıca Çin'le de ticari ilişkileri kesmeye dönük de salvoları oldu.
Pekin önce dışişleri aracılığıyla bunun hiç de kolay olmadığını bir açıklamayla hatırlattı. Çin Devlet Başkanı Xi ise Milei'ye bir mektup göndererek hem kutladı, hem de Arjantin ve Çin'in neden birlikte çalışması-büyümesi gerektiğine dair "teorik" izahlarda bulundu.
Milei'ye kuşkusuz bir sayfalık bu mektup uzun gelmiştir. Okuduğunu sanmam. Yine de Trump'ın video mesajına verdiği coşkulu tepki kadar olmasa da Xi'ye de teşekkürü unutmadı.
Milei'nin Çin'le işi zor. Zira Arjantin çoğu Latin Amerika ülkesi gibi kapsamlı bir biçimde Çin emperyalizmine bağımlı. Biden yönetiminin bu yöndeki beklentisini Milei'nin karşılama olasılığı yoka yakın. Fakat Arjantin Macri döneminde başlayan ABD bölgedeki askeri üslerinden biri olmaya doğru yönelebilir.
Diğer stratejik mesele ise Arjantin-Şili-Bolivya üçgeninde bulunan lityum yatakları. Biden, Şili-Boric yönetimini hem bakır hem de lityum işletme haklarıyla ilgili yakın markajda tutuyor.
Bölgedeki lityum yatakları başta Çin ve İran olmak üzere herkesin ilgisini çekiyor. ABD bu süreçte belirleyici olmayı elbette Milei aracılığıyla denemenin yollarını arayacaktır. Bolivya geri planında lityum meselesi olmak üzere şiddetli siyasal çekişmelere ve hatta yeniden darbeye sahne olursa şaşırmayalım.
Peru'daki ABD destekli darbeci Boluarte'nin iktidar olmasından sonra Arjantin'de de Milei gibi bir faşistin başkan olması çeşitli tutarsızlıkları olsa da bölgede başta Brezilya olmak üzere "sol"un iktidar olduğu ülkelerle ilişkileri olumsuz bir biçimde etkileyecektir.
Çürümüş kavramlar
Milei'nin iktidarı öncelikle yargılanmış, insanlığa karşı suçlardan mahkum edilmiş, 30 bin kişiyi işkenceler eşliğinde kaybedenleri (artık ne kadarı yaşıyorsa) elbette sevindirdi. Onların taraftarlarını ve Nazi artıklarını da sevindirmiştir. (*)
Milei ve benzerlerinin ne yapmaya çalıştığı, kim oldukları ile ilgili bir sorun karşımıza çıkıyor. Milei türünden sembol politik kişilikler, sağ popülizm, aşırı sağcı gibi kavramlarla anılacak şahıslar değil.
Zira bu türden adlandırmalar faşist olanı "normalleştirme" çabası olarak karşımıza çıkıyor. Neo-faşizm bugün bizzat sermaye kesimlerinin kendi yönetememe krizine verdiği yanıtlardan biridir ve güçlenmektedir. Köleleşmiş akademik aklın Milei gibiler karşısında nutku tutuluyor. O faşistse onlar ne? Uzun zamandır egemen sağ zihniyetin zincirinde olanları bir düzene koymakta zorlanıyorlar.
Milei, Bolsonaro, Trump, Putin, Modi, Erdoğan, Netanyahu diye uzatılabilecek silsile açıktan faşist referanslara sahipken onlara kalkan olmak için ortaya atılıp aslında öyle olmadığı, onların bir süre sonra ehlileşecek yaramaz çocuklar olduğu bize izah edilmeye çalışılıyor. O da yetmezse sosyal medya hokkabazına dönüşmüş bir kısım akademik şahsiyet, olanları faşistlerin "saç" şekline bağlayıp ve sevimlileştirme derdine düşüyor. Zira böyle yutmak, yutturmak daha kolay. (2)
Diğer mesele ise "Demokrasi". Milei 1976-1973 darbe döneminde kaybedilen 30 bin devrimcinin katillerini aklayacağını aslında onların kurban olduğunu söyledi.
Şu kadar ya da bu kadar oy almak katillerin aklanması için kimseye yetki verebilir mi? Halkın vicdanını geçtim egemenlerin hukukunca bile insanlığa karşı suçlar işlemekten mahkum edilmiş kişileri aklama vaadinin kendisi suç değil midir? Demokrasi nedir, başkalarına zulmedeceğini açıktan söyleyerek yetki alıp bu şiddeti uygulamak mıdır? Demokrasi bugün en geniş toplulukları faşistleştirme etkinliği midir?
Her şeye kadir gibi sunulan "geçmişle hesaplaşma" kavramına gelince bunun üzerine özellikle Arjantin'de olanlardan sonra bir kere daha düşünmekte yarar var. Arjantin 2005 sonrası darbecilerle kapsamlı bir hesaplaşma yaşadı. Ancak görünen o ki bu ne ülkenin yeniden faşistleşmesi ne de yozlaşmış bir bataklığa dönüşmesinin önüne geçebildi. Bunun basit bir nedeni var. Çünkü hesaplaşma birinci dereceden faillerin bir kısmıyla ve orduyla sınırlı tutulmuştu.
Özellikle darbe dönemi ve öncesi aleni gasp ve ölü soyuculuk yoluyla zenginleşenler dahil egemen sınıflar ve onların üretim ilişkileri üzerindeki hegemonyasını tesis eden Devlet'e dokunulmamıştı. "Bir daha asla!" nın gerçek karşılığına denk gelecek kültürel bir dönüşüm de sağlanamadı. Bunda sürece öncülük eden Kirchnerist anlayışın sınırlılıklarının büyük rolü var.
Radikal demokrasinin teorisyenlerinden Ernesto Laclau'nun "hakiki sol bu" diyerek Kirchnerizmi kutsaması da onun yapısal sağcılığına merhem olamadı.
Perónizmle hesaplaşma
Sol-Perónizm, kavramı ilk bakışta oksimoron diye tabir edilebilecek bir durumu andırıyor ancak öyle değil. Aslında Perónizmin, tarihsel gelişimi içinde sınıflar mücadelesinin onu zorladığı ve içinde yarattığı çatallaşmaya ilaveten sınırlılıklarına işaret ediyor.
Perón hep sağcı bir lider oldu. İşine geldiği gibi davranan bir politikacıydı, yeri geldi Nazilerle işbirliği yaptı yeri geldi Che'ye övgüler düzen mektuplar kaleme aldı. Ancak onun iktidara gelmek ve kalmak için işçi sendikalarıyla kurduğu ilişki sanki sola meyilliymiş gibi havasına geldiğinde tango yapmasına elverişli bir zemin yarattı. Halbuki geçmişinde darbeci bir asker olan Perón'un devlet başkanı olduğu ilk dönemde ordu ve polis en önemli destekçileri arasındaydı.
1955'te düzenlenen darbe sonrası Perón uzun bir sürgün hayatı yaşadı. Arjantin'de ise Perónizm bitmedi kitlesel desteği sürdü. Ancak dönemin sınıflar mücadelesinin gereği Perónizm'de de farklılaşmalar oldu.
Örneğin sol-Perónizm'in sembolü sayılabilecek Montoneros gerilla örgütü 1970'lerin başında bu koşullarda doğdu. Kurtuluşu silahlı mücadelede görüyorlardı. Ancak 1972'de sürgünden dönen Perón tarafından bizzat miting meydanından kovulacaklardı.
Perón sürgün dönüşü aslına rücu etmişti. 1976 darbesinin zeminini şekillendirilmesine yardımcı olan paramiliter örgüt Triple A'nın organize edilmesini de sağlamıştı.
Nihayet Perón'a rağmen Perónculuk yapılamayacağını anlayan Montenoros militanları dahil çok sayıda insan bu faşist organizasyonun hedefi olmuştu. (3) Perón aynı zamanda ordu ve geleneksel sağa dayanarak ülkede sola ve emekçi kesimlere karşı savaş açtı. Çok sayıda aydını üniversitelerden uzaklaştırdı. Ölümüne kadar (1 Temmuz 1974) cuntanın önünü temizledi.
Kirchnerlerin sol-Perónistliği ise 2001'de yaşanan büyük ekonomik krize halkın ayaklanarak karşılık verdiği süreçte şekillendi. Başlarda bu isyancı enerjiyi ordu ile hesaplaşmada itici güç olarak kullanırlarken zamanla iktidarlarını pekiştirme hesabıyla emekçi halk kesimlerini sosyal yardımlar yoluyla manipüle etmeye başladılar. Bunda önemli ölçüde de başarılı oldular.
Sol çoğu zaman seçim sisteminin de zorlamasıyla Kirchnerlerden yana tercihte bulundu. Ancak bugün durum farklı. Ülkemizde CHP'nin seçimlerdeki pozisyonuyla Perónist partinin (PJ) hali birbirinden çok uzak değil. Arjantin solu bugün hem Perónizmle hesaplaşma imkanına sahip, hem de düzenin en keskin kılıcını kuşanmış olan Milei ve hempasıyla.
Milei zafer konuşmasında "düzeni bozanlara yer yok" derken asıl rakibinin toplumsal hareketler olduğunun elbette bilincindeydi. Arjantin'de halk hareketleri yüzyıllara dayalı ciddi bir tecrübe ve isyan geleneğini temsil ediyorlar. Ülke genelinde geniş bir örgütlenme ağı üzerine oturuyorlar.
Devrimci hareketler ideolojik yenilenme sağlayıp umut olabildiği ölçüde şimdi gerçekten iktidar alternatifi olma olanağına sahip olacaktır. Yola çıktılar bile...
(AS/EMK)
(*) https://bianet.org/yazi/devlet-dersleri-arjantin-221724
Notlar:
(1) Hollanda'da da üniversite eğitiminde kamusal olanakların yaygın olması aynı zamanda ingilizce öğretim yapılabilmesi nedeniyle Avrupa'nın diğer ülkelerinden öğrenci akımı var. Yerel nüfus bu durumun konut sorunu vb. bir çok sıkıntıya yol açması nedeniyle şikayetçi. Öğretim dilinde Felemenkçe'ye dönülmesi için bastırıyorlar.
(2) Şimdi bir kısım insan benim yaptığım eleştirileri "aydın düşmanlı"ğına bağlamaktan yüksünmeyecektir. Helali hoş olsun da, kendimizi aydın olduğunu iddia eden medya şaklabanlarının despotizmine köle mi yapmak zorundayız? Mesela kaçı seçim öncesi Kılıçdaroğlu-CHP'ye kefil olurken indirdikleri "bilimsel" hatimlerin özeleştirisini verdi? Bunu sormak mı aydın düşmanlığı yoksa kendine toz kondurmadan TC'yi koruma ve kollama işlevini yerine getiren aynı yavanlıkların gevişini getirmeye herkesi zorlamak mı? Ya da haklı olarak Habermas eleştirisi yaparken keyiflenenler, sıra kendi rezilliklerine gelince niye özeleştiri yerine saldırmayı tercih ediyorlar? Tabii işinize gelmeyince öz eleştiri Stalincilik de oluyor siz de aydın oluyorsunuz...
(3) 12 Eylül öncesi oynadığı rol itibarıyla bizdeki MHP'ye kısmen benzeyen Triple A'nın ilk bilinen eylemi 29 Haziran 1973'te Eduardo Jiménez isimli Devrimci Halk Ordusu(ERP) militanının öldürülmesi oldu. 22 Temmuz'da ise Peronist Gençlik (JP)'ten Benito Spahn'ı katlettiler. Bu grup 1100 civarı kişinin öldürülmesi, 3 binden fazla bombalamanın sorumlusu olarak görülüyor.