Aynı haberde, "günlerce tartışılan operasyondan sonra düzenlenen tutanakta ölümlerin, mahkumların silahlı direnişinden kaynaklandığı, bazı mahkumların arkadaşları tarafından vurulduğu iddia edilmişti ," deniyor.
Haberin resim altı: "Yakından atış yok: Adli Tıp Kurumu otopsi raporunda, Bayrampaşa Cezaevindeki operasyonda ölen 12 tutuklu ve hükümlünün uzaktan yapılan atışlar sonucu öldüğünü belirtti. Böylece, güvenlik güçlerinin mahkumların birbirini öldürdükleri iddiası havada kaldı."
Ya 20 Aralık'taki Milliyet?
Şimdi, operasyon ertesi, 20 Aralık 2001'de "Sahte oruç, kanlı iftar" manşeti atan Milliyet'in "İstanbul Milliyet" imzalı haberinden aynen okuyoruz:
"Cezaevleri örgütlenmesinin karargahı olarak bilinen İstanbul Bayrampaşa ile Ümraniye cezaevlerindeki operasyonlarda eylemciler, güvenlik güçlerine Kalaşnikof tüfek ve bombayla karşılık verdiler. Resmi olmayan rakamlara göre Bayrampaşa'da kendini yakan 12 tutuklu hayatını kaybetti."
19 Aralık 2000'de Adalet bakanı Hikmet Sami Türk'ün "Hayata Dönüş" diye sunduğu F Tipi cezaevlerine karşı açlık grevi ve ölüm orucu sürdürülen 22 cezaevinde bir operasyon düzenlenmişti. Operasyonlarda 31 tutuklu ve hükümlüyle 2 asker öldü, çok sayıda kişi yaralandı, tutuklu ve hükümlüler insanlık dışı bir muameleyle F tipi cezaevlerine nakledildiler.
Bu operasyon ve medyanın operasyonu veriş tarzıyla birlikte, Ekim ayında F tipi cezaevlerine karşı başlatılan açlık grevleri ve ölüm oruçları çerçevesinde toplumda yükselen cezaevi sorunlarıyla bağlantılı ilgi, itiraz ve talepler söndü, neredeyse bir "düşmanlığa" dönüştü.
Açlık grevleri halen sürüyor, Şimdilerde, "duydun mu, biri daha ölmüş" cümlesinde genelleştirilebilecek ilginin yaşandığı ortamda sonuç : 58 ölüm, 71 sağlık nedenli tahliye.
Yazım dilinin ele verdiği
Operasyon sırasında, muhabirler Bayrampaşa cezaevinin bir buçuk kilometre ötesinde bekliyorlardı, dolayısıyla hiçbir şey görememişlerdi. Haberin yazım diline dikkat edildiğinde ise onlar sanki oradaydılar . Bu dil, aynı zamanda bir kuşku mesleği olan gazetecilikte, ancak olay muhabirin gözleri önünde vuku bulursa kullanılabilir. İstanbul Milliyet operasyon sırasında orada mıydı? Hayır. Olsaydı, her şeyi bu kadar net görebilir ve anlayabilir miydi? Hayır!
Peki, şimdi "güvenlik güçlerinin iddiası havada kaldı" diyen Milliyet'in kendi yazdığı, iddiayı da aşan "gerçek" sunuşlarıyla ilgili bir açıklama borcu doğmadı mı? Milliyet 20 Aralık haberlerini nasıl ve neye dayanarak yazdı, açıklasın.
2 Temmuz günlü Radikal, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici'nin Bayrampaşa operasyonu'yla ilgili tutanağı imzalamadığını yazıyor.
Savcı, tutanağa konan "imzadan imtina etmiştir" şerhini bugün şöyle açıklıyor :
"Operasyon sırasında, görgüye dayalı bilgim olmadığı için içeride neler yapıldığından benim haberim yok. İhtar kime yapıldı, kiminle karşılaşıldı bilmeden tutanağı imzalamadım."
Savcı Çitici, "görmediğimi imzalamam," diyor özetle. Muhabirler ve editörler imzalar mı?
Tabii ki, sadece Milliyet değil, genel olarak egemen medya, aynen "İstanbul Milliyet" imzalı haberde olduğu gibi bugün adlı tıp raporunu gereksiz kılan tüm "gerçeği" ortaya çıkarmıştı. Ne var ki, Milliyet muhabirleri yeterince "mütevazı" davranıp, bu "büyük" habere imza koymamışlar.
"İddia etti" Ama nasıl?
Bu, "istanbul Milliyet" imzalı haberde, Başsavcı'nın bugünkü açıklamasıyla da sanki çelişen bir yan var: "Çitici, tutuklu ve hükümlülerin, güvenlik kuvvetlerine, bomba, silah ve diğer malzemelerle karşılık verdiklerini iddia etti."
Buradaki, "iddia etti," fiili şaşırtıcı. Görmediği onca ayrıntıyı görmüş gibi yazan muhabir ya da muhabirler, Savcı'nın kendilerine söylediğini anladığımız açıklamalarını o kadar inanılır bulmamışlar . Üstelik, doğru gazetecilik, "iddia" yani. İnsan, bugünkü yayınlardan bakınca, " acaba savcı ile de mi görüşmemişlerdi " diye de sormadan edemiyor doğrusu.
Ördek ve Balık Havuzu mu?
20 Aralık Milliyet'ten bir ayrıntı daha: Üst düzey bir yetkili de, 'Örgüt liderleri dokuz yıl boyunca lüks içinde yaşamışlar. İçeride balık, ördek havuzları bile olduğu görüldü' dedi.
Bu üst düzey yetkili balıklardan ve de ördeklerden söz ettiği halde adını niye vermiyor acaba, sanırsın ki Hürriyet'e "Düğmeye biz bastık" diyen üst düzey komutan kadar mühim bir şey söylüyor.
Medyada, bu yanlış bilgilendirme mevzuu özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana adeta bir "medya etiği" olarak kurumlaştı .
Biz gazeteciler, "kahır", "eleştiri" ve "öfke"lerimizi çalıştığımız "şirket"ten çıkıp da akşamları bir araya geldiğimiz mekanlarda birbirimizle paylaşırız. Olmadı elektronik postalar yoluyla birbirimizle kavgalar ederiz.
Ahmet Şık'ın, 2 Temmuz Radikal'de çıkan "Gerçeğe Dönüş" manşetli, Hayata Dönüş operasyonu haberini görünce de çok mutlu oluruz, aslında sevincimizi de kendi aramızda paylaşırız, okur bunları hiç bilmez. Ertuğrul Mavioğlu'nun "cehennemden bir tanık" başlıklı, operasyonu yaşayan, şimdi dışarıda Ebru Dinçer ile söyleşisi de yüreğimizi ısıtır. Bakın, bakın patron gazetelerinde de bir şeyler yapılabilir, deriz birbirimize. Aslında, biz de o gazetelerden birindeyizdir. Ve de, "öfkelenmekten" haber yapmak gelmemiştir aklımıza.
Okur gazetecilerin bu sancılarını o kadar bilmez ki, "Hayata Dönüş Operasyonu" sonrası gazetecilerin Gazeteciler Meclisi (GMG) olarak bir araya gelip de "nasıl yalan", "nasıl yanlış" haber yaptıklarını anlattıklarını aklına bile getirmez.
Yani, biz gazeteciler, sorumluluklarımızdan patronlara ya da editörlere yıkarak kurtulamayız, Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nu kutlayarak rahatlayamayacağımız gibi.
En azından, GMG olarak, o "iç dökme" toplantısında kayda aldığımız konuşmaları şimdiye kadar yayımlayamaz mıydık? Böylece, hem gazeteciler hem de okurlar gerçeğin ucunu görmek için Adli Tıp Raporu beklemek zorunda kalmazlardı!
Sahi, o toplantı kayıtları nerede?
GMG sitesinde toplantıyla ilgili haber hem bizi bize hem de okurlara anlatıyor:
Toplantıya katılanlara göre, operasyon sırasında görev yapan muhabir, kameraman, editör, yani haberin akışında yer alan herkes kendini özgür hissedemedi. Ölüm oruçlarına ilgisi 50.günden sonra, aydınların girişimiyle başlayan medya, çok kısıtlı ya da Ankara kaynaklı haberlere ağırlık verdi. Devlet kaynaklı bu bilgiler daha çok yönlendirme amaçlıydı.
İlk planda muhabirler vardı. Muhabirler o günlerde içeriden bilgi alamadıkları için ancak gördüklerini anlatabildi. Bu arada, özellikle canlı yayın yapan haber kanallarının muhabirlerinin haber kıtlığında birbirlerinden duydukları haberleri aktardıkları da anlaşıldı.
Medya bu süreçte yeterince sorgulayıcı olmadı. Raiting kaygısı öne çıktı. Bu operasyon şunu gösterdi ki, kimseye doğrudan sansür uygulaması değil ama yıllardır süren ve gazetecilerin içselleştirdiği bir otosansür işledi.
(NM/NU)