Sevgili okur, gelin bir annenin hayatından küçük bir kesiti birlikte inceleyelim. Kimdir bu anne? Bu anne, sizin de anneniz olabilir mi?
Dış kapıdan henüz içeriye girmişti Alev. Kapıyı kilitlemeye koyulurken cebindeki telefonu çaldı. Refleks gereği eli cebine gitti, ama telefonu cebinden çıkarmadı. “Bir saniye bekleyin her kimseniz!” diye geçirdi içinden. Sırt çantasını yere bıraktı; ayakkabılarını çıkarıp hoyratça kenara itti ayağının ucuyla. Mantosunu çıkarıp astı. Güllerle desenli turuncu rengindeki fularını da mantosunun üzerine özenle attı. Artık, ellerini yıkayıp nefesini düzene sokabilirdi!
Telefonu cebinden çıkardı ve salona yöneldi. Yorgun olduğunu hissetti. Bir yandan elindeki telefonu tuşluyor; bir yandan da koltukta istediği pozisyonu almaya çalışıyordu. Nihayet bacaklarını uzatıp yoğun iş gününü geride bırakabilirdi. Derin bir nefes aldı.
Evet, telefona not bırakan Alev`in Viyana`daki kız kardeşiydi. Hemen aramaya koyuldu:
Kız kardesi, annelerinin sağlığının bozulduğunu bildiriyordu. Bu kez çok ciddiydi! Sesindeki hüznü ve çaresizliği saklamaya çalışıyordu, ama başaramıyordu. Bir süre konuşup üzülmeyi sürdürdüler. Seslerine çaresizlik ve endişe hakim olmuştu. “Ya hiç yürüyemezse ne olacak? İki kişi bile kaldıramaz onu yerinden? Nasıl yıkanır, nasıl bakılır? Kim yapar bunu?” diyordu karşıdakinin sesi. Alev gücünü yitirmiş sesiyle sadece kız kardeşini dinliyordu.
Yanıtsız kalan soruların ardı arkası kesilmiyordu. “O Xızır, o Düzgün Baba (Dersim doğasında bulunan kutsal yerler, tapınaklar). Şimdi bize böyle bir şey yaşatmasın, ne olur!” diyordu Alev’in kız kardeşi.
Evet, annemiz birkaç ay daha dirense ne iyi olur. Umarim Xızır sesini duyar canım, dedi Alev. Sesinde ironi vardı. Annelerinin hem dua hem de yeminler ederken ağzından düşürmediği; o çok inandığı Xızır ve Düzgün Baba, onu korumalı; ölümü biraz daha geciktirmeliydi. Hiç olmazsa, bu Covid-19 virüsü geçene kadar!
Biraz dinlenebilmek için bu konuşmayı bir saat sonraya ertelediler. Ayrıca, İstanbul’daki kız kardeşi Ceko da olmadan bu denli ciddi bir sorunu kendi başlarına çözemezlerdi. “Birlikte çözmeliyiz. Hep birlikte!”, demişti Alev.
Karman çorman olmuştu Alev’in kafası. Kalktı ve mutfağa yöneldi. Henüz çok geç olmadan bir şeyler yemeliydi. Buzdolabının kapısını açtı ve rafları gözden geçirdi. Dünden kalma yemeğini ısıtıverdi hemen. Aklına salata yapmak bile gelmedi. Bir havuç ve birkaç tane turpu da salata niyetine yiyerek zaman kazandı. Nedense stresliydi...
Üstesinden nasıl gelinir böyle zamansız bir ölümün? Maskelerle bir araya gelinmez ki! Yoksa telefonlarla mı teselli edeceğiz birbirimizi? Göremeden, sarılamadan ve paylaşamadan, diye düşünüyordu Alev.
Sonra, düşüncelerini toparlamaya çalışarak şöyle düşündü: Rasyonel olmalıyım. Dramatize etmeye gerek yok. Hiç değilse ben sakin ve mantıklı düşünmeliyim. Kardeşlerimin teselliye ihtiyacı olacaktır. Onları ben sakinleştirmeliyim. Ceko histerik bir hal alır, biliyorum. Seve yine öyle! Annemiz üstelik yaşlı. 85 az bir yaş değil. Hem yatalak olup sürünmesini hiç istemeyiz. Hele annemiz hiç istemez. Yakışmaz da!
Annesinin dualarını anımsadı Alev ve sesini duyar gibiydi. “Xızır, mı lıngura, destura meke. Duzqı, mı motaye kes meke. Tu ke ama qerama...” (Xızır, beni elden ayaktan düşürme. Düzgün Baba, beni kimseye muhtaç etme. Geliyorsan da hayırlısıyla gel) derken, hep yüzünü güneşe çevirir ve dualarını yalvarırcasına ederdi.
Ne yazık ki, bu salgın döneminde ölülerinin başında olamayanlar sadece onlar olmayacaktı. Dünyadaki bütün insanlar bu çaresizliğin ıstırabını tenlerinde hissetmiyorlar mıydı? Ölüm döşeğinde can çekişen yaşlı ana ve babaların ellerini kim tutabiliyordu ki?
Alev kaotik düşünceleriyle cebelleşirken, annesinin 85 yıllık bilgi hazinesi ve hayat hikayesini yitirmekle yüz yüze geldiğinin paniğine kapıldı. Şimdi istese de, hiç bir şey yapamayacağını kanıksadı. Yüreği sızladı. Bu arada, aklına anekdotlardan biri geldi ve gülümsedi. O hikaye söyle gelişmişti:
İki yıl önce bir yaz vaktiydi. Alev ve kız kardeşleri annelerini Dersim’de görmeye gitmişlerdi. Onu, bebek gibi yıkamış ve özenle seçtiği kıyafetlerini giydirmişlerdi. Kızlarının sevgisiyle çevrilmiş annenin mutluluğuna diyecek yoktu. Saçları taranmak üzere kürsüye oturtulmuştu. Kız kardeşler kınalı ipek saçlarını taramak için yarışa girmişlerdi, fakat Alev hızlı davranmış ve annesinin arkasına geçip, koltuğa yerleşmişti bile.
Anne, ilgiden dört köşe olmuş halleriyle, keyifli keyifli konuşuyordu. Her zamanki gibi Zazaca konuşuyor ve olayları ifade ederken kullandığı metaforlarla hem dili zenginleştiriyor, hem de olayları daha enteresan kılıyordu. Onun anlatım tarzını ve ifadelerini pür dikkat ve hayranlıkla dinliyorlardı kızları. Nasıl da özlemişlerdi bu anları...
Alev, annesinin saçlarını iki tarafı taraklı tarağıyla ağır ağır taramaya başladı. Kız kardeşleri bir yandan bu muhteşem ritüeli izliyorlar, bir yandan da sohbet edip kıkırdıyorlardı. Alev annesinin saçlarına birkaç tarak vurduktan sonra, “kızım, sakın ha! Dökülen saçlarım yere inmesin, günahtır” dedi.
Alev: Anne bir şey olmaz, toplarım.
Anne: Bak şimdi! Kızım önemli olan saçlarımın yere düşmemesi, üzerine basılmamasıdır. Toplarım da ne demek? Çok günah, kızım!
Alev: Nasıl günah oluyor anne?
Anne: Öbür dünyada bana hesap sorarlar ma!
Alev: Anneciğim, sen de dersin ki benim suçum yok. Kızım döktü yere. O zaman hesabı bana sorarlar. Hiç merak etme!
Anne: Halla halla! Kızım ben Türkçe mi biliyorum ki onlara izah edeyim...
Alev: Anne niye ki, öbür dünyadakiler Türkçe mi konuşuyorlar sanıyorsun?
Anne: Elbette kızım. Türkçe’dir, ma nedir?
Bu yorum üzerine kız kardeşler manalı manalı bakışmış ve kahkahalarla bir süre gülmüşlerdi.
Elbette ki, bu diyalog derin bir trajediyi dile getiriyordu. Ama aynı zamanda, trajikomikti. “Hayır, yanılıyorsun anne” deyip ikna edecek değillerdi kızları. Bu anne, hayatı boyunca hem ötekileştirilmiş; hem de hırpalanmıştı. Onun içinde bulunduğu çemberin verdiği acıları, ne kadar anlayabilirdi dışarıdan izleyenler?
Kız kardeşler, gülüşmelere rağmen, ağızlarında acı bir şeker tadı hissetmişlerdi. Annelerinin verdiği mesaj çok manidardı elbette. Acaba “cehenneme mi, yoksa cennete mi düşeceğim” kaygısını taşımak yerine; o, kendi dilinde derdini anlatamıyor olabileceğinin endişesini taşıyordu. Üstelik, bu kaygı günlük hayatındaki davranışlarına damgasını vurmuştu. Zira, bu annenin 85 yıllık ömrü boyunca konuştuğu dil yerilmiş, yasaklanmış ve hiçe sayılmıştı.
Ayrıca, kızlarıyla kendi ana dilini gerektiği gibi konuşamaması, içinde yasadığı çelişkinin ve haksızlığın bir karikatürü değil miydi?
Enteresan olan, her şeye rağmen; bu annenin mükemmel Zazaca konuşuyor olmasıydı. Zaman zaman kızlarını taklit etmek için Türkçe’ye dönüyordu, o güzelim aksanıyla. Kızları ise, çoğu zaman Türkçe’yi Zazaca ile karıştırarak konuşuyorlardı. Ama ne yazık ki, Zazaca konuşurlarken, sık sık sözcük arayışına giriyorlardı. Bu nedenle, sohbetler ara ara düğümleniyor ve çok komik bir hal alıyordu. Gülmeler, hatırlatmalar ve düzeltmelerin ardı arkası gelmiyordu. Paradoksal olan, anne ve kızları, bu iki dili birbirine karıştırarak konuştukları halde, çok iyi anlaşıyorlardı. Zira, yılların verdiği alışkanlık ve tecrübe, onlarda pozitif bir potansiyele dönüşmüştü.
Evet, sevgili okur: O akşam, bu üç kız kardeş, hem konuşup ağlaştılar; çözüm arayışında bulundular hem de anıları tazelediler. Ne yazık ki, artık ölümle tanıştıklarını kanıksadılar. Onlara umut veren tek şey, annelerinin yaşama olan aşkıydı. Onun, 85 yıllık yasakların izlerini taşıyan dövmeli elleriyle, hayatı sıkı sıkı tutmasını ümit ediyorlardı. Hiç değilse, “normalleşen” bu anormal hayatları, eskisi gibi olana kadar... (HK/AS)