Geçenlerde Afili Filintalar sitesinde Selçuk Orhan'ın şiire yakın biçimde yazmış olduğu "En Kolpa Yalanlar" başlığıyla bir yazı yayınlandı. Kolpa yalanlar arasında "Halkların Kardeşliği" de vardı. Anlatılması zor, yaşanılınca anlaşılması kendiliğinden gelen bir mesele, barışın öyle her eve lazım bir şey olmadığı.
"Barışın Dilini Kurma" gibi bir sorumluluğu var yazarçizerlerin ve yaşadığı yerin eşrafı olmuş kimselerin. Buna riayet etmekte elbette fayda var. Lakin acı yemiş kimi insanların içini içini deşince, karşılaştığınız şeyin adı "gerçek" oluyor. Ne kadar saklamaya çalışsanız, yok olmadığı sürece hayatı belirleyen olmaya devam ediyor. Bizler de o sıra kardeşlik ve sevgi ilahilerimize sular seller gibi devam ediyoruzdur. Dışarıdan bakınca anlaşılması kolay değil, anlayanın da anlatması kolay değil.
Durup durup "toplumsal bellek"in hacimsizliğine atıp tutsak da o "toplumsal bellek" çoğu kez işini bilir. Hortlayacağı anı gözetler mağarasında. Nefret, düşmanlık dediğimiz şeylerin geçmişleri vardır. Bir tek ahlak kodları içine sığdırılamayan, cinsel ve "nasıl hissediyorsam kendimi öyleyimdir" yaşam istekleri (eşcinseller, transseksüeller, lezbiyenler...) bu genellememin dışına taşar. Böylesi nefretlerin geçmişi uydurmalara, alışkanlık edinilmiş ahlak normlarına ve dinlerin "günah" deyip öte dünyanın yargısına intikal ettirmeden cehennemlik dediği insanlara dayanır.
"Benim başıma gelse ne yapardım?" sorusuna pat diye yanıt veremeyeceğiniz, düşünmesi bile ızdırap verici bir olayın başınıza geldiğini düşünün. Misal kız kardeşinizi panzer ezip geçmiş olsun ya da köyünüzdeki 34 gencin, çocuğun vücut parçalarını imece usulü topladığınızı. Faile duyacağınız öfke ve düşmanlık için başka mazerete ihtiyaç var mıdır sizce? Öyle haybeden kimse kimseye düşman kesilmez. Haybeden düşman kesilen devletlerdir, patronlardır, ağalardır, tecavüzcülerdir. (...) Onların da gerekçeleri var elbet ama yazının konusu bu değil. Haybeden oluşları ise ilk başlatan olmalarından dolayı.
İki gün önce 15 yaşındaki Özgür Taşar, polisin attığı kurşunla göğsünden vurularak öldürüldü. İlk değil. Büyük ihtimal son da olmayacak. 2009'da Cizre'de Newroz gösterilerinde gaz bombasıyla öldürülen 18 aylık Mehmet Uytun'dan tutun da gene gaz bombası ile öldürülen 60 yaşındaki Kazım Şeker'e kadar çocuk, ihtiyar demeden, durmak bilmeden gelen ölüm haberleri var.
Tarihiyle "seçilmiş bölge'nin insanları" ölülerini biriktirirken, devlet de ekseriyetle yoksuldan seçtiği gençleri asker ocaklarına gönderiyor. Karşılıklı cereyan eden ölünmüş hayatlar* var içimizde. Geride kalanlar ise acının düşürdüğü gafilliği atlattıktan sonra kendisine "düşman" diyene çeviriyor yüzünü. Eskisi gibi değil. "Düşman demekle yetinmeyip, öldürdüysen, düşmanımsın sen de benim" diyerek.
Kıvrımlı kıvrımlı nasıl yazılır bilemedim. Zaten kıvrımlı manevralar yaptıkça cümleler uzuyor. Demem o ki düşman kesilecek sebepler biriktikçe barış ortamı mümkünsüz ve hatta gereksiz bir romantizme denk düşüyor. Zaten dikkat ederseniz en duygulu barış söylemleri ölü görmemiş, ölü gömmemiş insanlardan duyulur. Yani nasıl söylenilir bilmiyorum ama barışın da kimi ağızlarda garip durduğu vakitler var.
Bir Afrika masalına göre kurbağa direk kaynar suya atılırsa tek sıçrayışta dışarı fırlar. Soğuk suya konup yavaş yavaş kaynamaya bırakılırsa, kurbağa durumu fark edemediği ve bir türlü hakkında biçilen kötülük konusunda karar veremediği için kabın içinde kalır. Andre Gorz buna "homeopathique" der. Yani "Herkesin yaşamsal çevresinin yok edilmesini "homeopathique" dozlar halinde yaşamakla birlikte aşırılık eşiğini ayrımsama yetisinden yoksun kalması"**
Bunca yıldır devletin kolluk güçleri ve PKK arasında yaşanan savaşın şehirlere, şehirlerin muteber semtlerine sıçramayışında birkaç sebep var. Biri aşırılık eşiği yetimizi kaybetmemiz; Ölümlere alışmamız. Diğeri neoliberal dünya kapitalizminin çekiciliklerine kapılmamız. Uzağa gitmemize gerek yok, çok basit şeyler bunlar: Haftanın bilmem kaç saatini TV başında geçirmemiz, "sabaha kadar dans, alkol" hayatlarında hayat bulmamız, kariyer günlerinde eksile eksile kazandığımız kariyerimizle boy göstereceğiz diye yırtınma gayretlerimiz...
Ve sonuncusu ve belki de en masum olanı: Türdeşlerimize rağmen insan olmamız. Devlete, tecavüzcülere, her hakkı kendinde gören ekonomi devlerine, hayatları talan eden şirketlere, alicenap demeçlerle gönüllere seslenirken kan tüccarlığı yapan politikacılara rağmen. Yani kısacası "yapmayın, etmeyin" diyenler, itidali elden bırakmayan kadınlar, adamlar sayesinde, savaş her eve ateşini düşürmüyor.
"Eskiden toprakla gök birbirinden nefret ederdi ama toprak da gök de yaşardı" diyor Rene Char. Hiçbir kötülük kolay kolay sineye çekilip unutulmaz. Adını sesli söylemekten sakınacağımız şeyler kalır derinliklerde. Yaratılan şartlar düşünüldüğünde barış ihtimali zor gözüküyor. Medet umduğumuz şey iktidarın kendini silkelemesi gerisi ılımlı insanların sabrı ve sağduyusu. (FG/HK)
* Ece Ayhan şiirinden
** Hazırlayan: Göksel N. Demirer, Tezcan E. Albay, Ekoloji Politik, Özgür Üniversite Kitaplığı: 29, Ankara, 2000.