Felsefi Danışmanlık, felsefi düşünme yöntemlerinin, felsefe tarihindeki düşüncelerin, felsefenin temel kavramlarının gündelik hayata aktarılmasıdır. Bununla yaşama becerisinin felsefeden beslenerek güçlenmesi amaçlanır.
Felsefi Danışmanlık, bunu yaparken, salt felsefe yapma iddiasında değildir; felsefi yöntem, bilgi ve kavramlardan yaşamın pek çok boyutunda yararlanarak hayata bakmayı murad eder. İnsan, bu bakışı toplumsal, ailevi, özel ve iş hayatına uygulayabileceği gibi kendisiyle ilişkisini de daha iyi anlayıp düzenlemesini olanaklı kılar.
Bir başka ifadeyle Felsefi Danışmanlık, kişinin hayatı kavrayışında dayandığı düşünce, akıl yürütme yöntemi, bakış açısı ve kavramsal ilişkilerini bütünsel olarak ele alır. Kişinin kendini hayata konumlandırmasına, dünyaya dair bir pencere aralamasını sağlar. Diğer yandan “etiketleme”, “düzeltme”, “hakim paradigmanın içine sokma” olarak tanımlanabilecek “tedavi” ve uyuşturup hissizleştirme ile eş değer hale gelmiş bir “terapi” iddiasında olmadığı gibi, kişinin duyguları, düşünceleri ve inançlarının birbiriyle ilişkisini gösterme ile işe başlar. Bunu yaparken de “neden” sorusunu temele koyar.
Örnek vermek gerekirse, Felsefi Danışmanlık “sabah sekiz akşam altı bir banka veznesinde çalışan kişi”nin o vezneye geri dönmesi için gerekli medikasyon veya argümanları veren yaklaşımlara benzemez. Danışanın hayatla, kendisiyle ve işiyle ilgili ön varsayımlarında farkına varmadığı önkabulleri açığa çıkarır. Kişi felsefi danışmanıyla birlikte, Sokratik diyalog yöntemini kullanarak “neden”leri irdeler. Kişinin duygu, düşünce ve inançlarının haritasını çizebildikleri kavramsal bir keşif yolculuğuna çıkar.
“Felsefi Danışmanlık, psikolojik danışmanlık, psikoterapi, psikiyatri gibi alan ve yöntemlerden farklılaşmaktadır. Öncelikle, materyalist temelli tıbbi-psikiyatrik yaklaşımları reddetmemek ile birlikte, sadece fizyolojik kaynağa atıf yapmaz. Metaforla anlatırsak, düşüncenin evinin “beyin” olduğu ön varsayımını aşar. Tabii ki, duyguların, fizyolojinin, düşüncenin, inancın ve geniş anlamda kültürün önemli bir gösterimi beyindir fakat zihni yani duygu ve düşünceden doğan bir evreni beyne indirgemek, anlama çabasını yöntelsel açıdan zayıflatır. Temelde bir ölçü aletinin kendi kendini ölçmesi gibi paradoksal bir çabadır. Felsefi Danışmanlık, insan için fizyolojiyi, kültürü, sosyolojiyi, psikolojiyi hatta teolojiyi yadsımaz fakat diğerlerinden farklı olarak bütünsel bir yaklaşımı temele alır; danışanla ilişkisinde felsefi iletişim ilkelerinden faydalanır.
Örneğimizde olduğu gibi her danışanın düşünmesini istediğimiz ana soru ya da sorun şudur: "Yaşamın ana gayesi nedir?" Aslında yaşamın kök sorunu tam da budur. Tıbbi ve psikolojik süreçler, sıklıkla, işin türevleriyle ilgiliyken felsefe, kök sorunlara odaklanır. Felsefi Danışmanlık, soru ya da sorun olarak gördüğümüz konuları belirleme, makro haritalama ve sorun özelinde haritalama ile insanın mana üzerine kurulu olan yaşamının röntgenini çekmek, bir tür check-up yahut konsültasyon yapmak iddiasındadır.
Olguya bakışımızı, bulunduğumuz perspektifle birlikte gözlüğümüz, içinde bulunduğumuz ağ, yaşamımızın hangi fonda aktığı da belirler. Aslında ne gördüğümüz, birincil olarak neden yani hangi amaçla baktığımızla ilgiliyken nerede, nasıl ve neyle baktığımızdan da ayrılamaz. Psikoloji ve psikiyatri, kendini, pozitif bilimlerle, tıpla, patolojiyle, fizyolojiyle ve elbette kültüre, ssoyolojiye atfen temellendirir. Dolaşımdaki paradigma ile kendimizi ve dünyayı kavramak, bu çabalanın sonucu olarak kaçınılmaz biçimde kendimizi yargılamak eğilimindeyizdir. Danışan ya da derdine derman bulmak ihtiyacındaki kişi, birtakım tanılar ya da ‘etiket’ler bekler ki böylece “ne” olduğunu bilecek, neyi neden yaşadığını anlamlandırmak imkanına kavuşsun. Karikatürize bir ifadeyle danışmanın ya da uzmanın işi, bu ilişkide, tanımlı etiketlerden ‘uygun’ olanını bulup danışanına ‘tanı’ olarak vermektir. Bununla belirsizlikten doğan sis dağılır, anlama, anlamlandırma olanaklı hale gelir. .
Fikrin iktidarlaşması kaçınılmaz olarak kirlenmesine neden olur. Hiçbir din, kurucusunun fikriyle özdeş değildir. Hiçbir fikir, hayatın pratiği içinde olduğu gibi yani üretildiği haliyle kalamaz; her kavrayan, ona yeni şekiller verir... Piyasa, kamuoyu, kitle, insanlar… Sizden işinizin gereğini beklerler. Bir uzmanın “işi” tanı koymaktır. Tanı da paradigmanın menüsünden alınabilir. Tanı alan kişi, yaşadığı olgunun boyutlarını, duygusunu, rengini ve başka mümkün şeyler olma olanaklılığını da o tanıyla birlikte yitirir. Tanı veren de burada her ne kadar aktif özne gibi dursa da ilaç sanayinin sadık bir “askeri” ya da cari paradigmanın uygulayıcısı rolündedir. Oysa varoluşçuluğun dikkat çektiği otantisitenin yok oluşu tanı alan kadar tanı veren için de trajedidir. Uzman, onca varoluş olanağı ve insani boyutu bir kenara bırakıp ya da en azından paranteze alıp hayatı kucaklamada kadük kalan kolları ile “uzman” sıfatıyla yaşamayı seçen kişidir.
Felsefi Danışmanlık, içinde insan yani anlam olan hayata bakar, uzmanlaşmış olanlar ise özleri gereği belli bir noktaya, burada Maslow’un o meşhur sözünü anmak gerek: “Alet çantasında yalnızca çekiç olan kişi, her şeyi daha çok çivi görmek eğilimindedir.” Her şey çivi değildir şüphesiz ama uzmanlık ve etrafında örülen iktidar, kavrayışı kadükleştirir, en azından olup bitenler arasındaki örüntüleri kavrama kaslarını zayıflatır. Edward Said, "Entelektüel" adlı eserinde “profesyonalizm” eleştirisinde uzmanların bakışta ve kavrayıştaki körleşmelerine dikkat çeker. Uzmanlaşma, bütüncül kavrayışı yani insan dediğimiz karmaşık varlığı eksiltmeden anlamayı güçleştirir.
Psikiyatri, psikoloji içinde de felsefi hesaplaşmayı şiar edinen, verili paradigmayı sorgulayan yaklaşımlar da yok değil. Anti-psikiyatri ekolü, ilaçların, iddia edildiği gibi, bütün tanılar için değil ama belli tanılar için, tedavi etmekten ziyade kalıcı hasarlara neden olduğunu gösteren olgusal verilere dayanan çalışmalara dikkat çekmekte ama literatürde sesini pek duyuramamakta. Dün çerez gibi verilen antidepresanlar, bugün temelde dünyanın hızıyla çocukların iç hızı arasında bir uyumsuzluğun dışavurumu da olabilecek olan ADHD-DEHB yani dikkat eksikliği için fütursuzca yazılan ilaçları hemen kabul etmeyen ekoller var. Bilginin ontolojisindeki kamusallık, metalaşması ile birlikte kaçınılmaz biçimde dönüşüyor ve piyasalaşıyor. Piyasalaşma süreci, bilginin piyasanın oyun kurucu öznelerince rıza imalatı, rıza inşası dolayımıyla gerçekleştiriliyor. Sektörün diğer özneleri de tıpkı rejim propagandasını yapan, yayan pazar vaizleri gibi işlevler üstlenerek derdi olan insanlarda yerleşik paradigmayı işleten aracına dönüşüyorlar: Derdi olanlar, ‘rıza’larıyla sömürülüyorlar, üstelik etiketlenerek ve de büyük bir servet ödetilerek.
İlaç sektörü bu kadar somutken, farkına varmanın zor olduğu diğer bir örnek, pazar vaizlerinin kendi reklamını yapmak ve sattıkları “tedavi”yi sürdürülebilir kılmak amacıyla etiket üretme tavrı. Her bir bireyin kendi iç dinamikleri ile hesaplaşması gereken sorunların temeline “toksik ebeveyn, eş, sevgili, arkadaş” koyan, hayattaki her uyumlanamama sorununun temelinde bir başkasının “narsizmi”ni tek neden gibi sunan psikologlar… Bunlar bir başka yazının konusu olmakla birlikte, kişinin kendi varoluşu ve eylemlerine dair düşünmesini erteleten, “hata”yı hep dışarda bulduran ama paradoksal biçimde insanı, toplumsallığından soyarak sorunların bireysel farkındalıklarla, davranış değişiklikleriyle çözebileceğini iddia eden yaklaşımlar...
Peki bu ortamda felsefenin yeri, filozofların işlevi ne olabilir? Filozoflar, metafizik kategorinin özneleri mi? Burada yani dünyada değiller mi? Olup bitenlerde yahut daha özel bir anlatımla bu sömürü düzeninde sorumlulukları yok mu? Bu sürecin, eşdeyişle sömürüyü kurumsalllaştıran paradigmanın inşasında kapitalizm ve kurumlarıyla yapılandırılan sürecin ne denli dışındalar? Bu denli monolitik hale gelmiş ve pazar vaizleri dolayımıyla kitlelerde kanaat inşasının bir tür rıza imalatı ile kotarıldığı ortamda filozoflar ne yapabilir, üstelik bunca ‘dağınık, başıbozuk, düzen karşıtı’ ünlerine rağmen?
“Sorun neredeyse çözüm/ü de genellikle oradadır.” denir. “Hayata güvenmek gerek.” Gökkubbe altında hiç şüphesiz söylenmemiş sözlerin söylenenlerden daha fazla olduğu açık; lakin söylenenlerin hayata sirayeti sağlanabildi mi? Bazen evet, bazen hayır. Wittgenstein, “Felsefe okumanın ya da çalışmanın anlamı ne?” diye sorar. Felsefi bilgi, etik içerimleri olan bir değerdir. Her ne yapıyorsak anlam/ın halesi içinde olduğuna göre bütün etkinliklerimiz, günlük yaşamda yaşadıklarımızı, karşılaştığımız sorunları anlamlandırmamızı sağlamıyolar; izanımızı, kavrayış yeteneğimizi geliştirmiyorlar ise anlamı nedir? Felsefe, odağına “anlam”ı alan, bilgi üreten bir anlama, bilme etkinliğidir. Hayat, anlam ve/ya bilgi üzerine kurulu olduğu için de felsefe, aynı zamanda bir kavrama yolu, bir yaşama biçimidir.
Bu iklimde genelinde felsefe özelinde Felsefi Danışmanlık, modern insan ya da “homo tüketimos” için ne söyler, özellikle de derdi olanlara?
Merstein, “Felsefenin evi ve temeli, insanların acıları ve tecrübeleridir. İnsan tecrübeleri, felsefenin başlangıcı ve bitişidir” der; yani bunlardan süzülen anlam. O halde felsefe, Sokratesçe söylendiğinde şöyle tanımlanabilir: Felsefe; inançlarımızı, değerlerimizi, düşüncelerimizi, yargılarımızı, kısacası hayatımızı anlamlandırma ve belli bir çerçeveye oturtma yani sorgulama ve hesabını verme pratiğidir.
Hayatın her anında, fark etmediğimiz örtük önkabullerimiz var. Et yerken, başka bir varlığın hayatının kendimizinkine eşdeğer görmeyiz, ömrümüzün üçte birinin geçtiği iş hayatına bir kurumu seçerken, bir Instagram reelini geçerken, flört uygulamalarında insanları sağa ya da sola kaydırırken zihnimizin arkasında değer silsileleri, kavramlar ve bunları işletmemize yarayan yöntemler bir tür işletim sistemi olarak çalışır. Bin yıllar öncesinden günümüze o hiç eskimeyen sözleriyle selam söyleyen filozoflar, flört uygulamalarında sağa sola kaydırmaya dair değilse de “eş seçmeye” dair yazmış, söylemiş ve çeşitli argümanlar geliştirmişlerdir olguya dair. Bugün, kurumsal hayattan kaçıp kırsalda arkadaşlarıyla minimalist hayatlar kurmaya çalışan beyaz yakalılar tam da Epiküros’un izinden gitmekte olduklarını, fark etmeden yine Epiküros’un iki bin yıl önce kurduğu “Ho Kepos”ta (Bahçe) mutlu bir topluluk oluşturmak için ortaya konmuş ilkelerden haberdar olmadan, tam da aynısını yapıyorlar. İnsanların bu evrende karşılaştıkları sorunlar, çağlar değişse de kimi örüntülere sahip. Felsefi bakış, insanlığın felsefede cisimleşen düşünsel birikimi, uygulamalı felsefenin bir dalı olan Felsefi Danışmanlık aracılığı ile başka pek çok yaklaşımın yanında kendi sesiyle, yöntemiyle, rengiyle hayatın hizmetine sunuluyor.
Felsefi Danışmanlık yöntemi; insanın, kendini etik bir varlık olarak hayata, hayatına konumlandırmasında, yaşadıklarını anlamlandırma sürecinde kullanabileceği bir enstrümandır. Bunun üç temel koşulu bulunmakta: ilki, danışan kişinin hayata açılan pencerelerinin açık olması, bir başka deyişle esnek bir zihin dünyası; ikincisi, danışılan yahut bu sürece eşlik eden kişinin (danışmanın ve/ya kolaylaştırıcının) alanına göreli vakıflığı ya da uzmanlığı; üçüncüsü ise birlikte yaratacakları iletişim ortamı. Bu üç koşulun bir araya gelmesiyle danışanın danışma nedenine göre sürecin işletilmesi ile kişinin kendi etik varlığına ya da fiilen tam da içinde yaşadığı anlamlardan ve elbette sorunlardan örülü evrenine perdesizce bakmak imkanı bulur, hakikat/i belirir. Hakikat özgürleştirir.
Günümüz insanı anlam aramıyor. Gündelik çözümler peşinde. Palyatif çözümler, bir tür tüketim nesnesine dönüşmüş durumda. Hakim paradigmanın sattığı etiketleri koşa koşa alıyor. Körelmiş baltaları binlerce kez kütüklere vuruyor. Oysa ki felsefi danışmanlik, baltanin kör oldugunu söylüyor. Ve felsefe tarihinden biley taşlarının yerini gosteriyor. İnsanlığın ortak kültürel mirasında ürettiği anlamlar, kavramlar insanlarla buluşuyor. Felsefi Danışmanlık, İnsanların ölçülerini alıp hazır anlamları terzilik yaparak onlara göre biçiyor: Anlam, insanı/nı buluyor.
(MVB/RT)