Bir iktidarı değerlendirmenin temsil ettiği toplum kesimlerinden kaynakların harcanmasına, eğitim, sağlık politikalarından kültüre, hukuktan adalete değin birçok parametresi bulunur. 13 yıllık AKP iktidarında kısa vadeli de olsa bazı olumlu gelişmeler yaşandı. Ancak özellikle son üç yıldır hemen her alanda AKP iktidarının yarattığı çöküşü yaşamaktayız.
AKP iktidarı kültür-sanat alanında daha başından beri istikrarlı bir yıkıcı başarısızlığa sahip. Yıkıcı başarısızlık cümlesinin altını çiziyorum çünkü bu durum, salt bir pasif başarısızlıktan temelde ayrılıyor. Bir alanda hiçbir iş yapmaz veya bazı eksik adımlar atarak başarısız olursun, ama o alanı tahrip etmeyebilirsin. Tahrip ettiğinde bu yıkıcı bir başarısızlıktır ki, tıpkı yıkıcı şiddet gibidir! AKP iktidarının kültür sanat alanında bırakın taş üstüne taş koymasını, taş koyma adına mevcut yapıdan taşları sökerek yapıyı çökertiyor. Tarihi, kültürü, sanatı çoraklaştırıyor.
AKP’nin sanatla hep sorunu oldu. AKP’nin sanatla sorunu, sanat anlayışı, yöntem, yorum ve estetikten değil, sanat olgusuna uzak olmasından kaynaklanmakta. Yani sorun sanat dâhilinden/içinden değil, kültür sanat dünyasına barbar bir zihniyetin dışarıdan müdahalesinden kaynaklanıyor. Bu müdahale açık bir yıkıcılık halinde devam ediyor.
Sanat yapmayan, üretmeyen toplumlarda estetik gelişmez!
Estetiğin gelişmediği toplumlarda ne şehircilik, ne mimari, ne hukuk gelişir. Tabi ki bir estetik bilince/duyguya sahip olmanın yolu da felsefeden geçer! Ülkemizde dalga geçilen, tu kaka ilan edilen, müstehzi gülümsemelere ve hatta alaya alınan felsefe…
Bir kadın heykelinde veya bale sanatında estetiği ve sanatsal ifadeyi görmeden çıplaklığı gören bir beyin, elbette heykelin içine tükürür! Çünkü böylesi beyinler mahremiyet adı altındaki yoğun baskılanmanın bir dışa vurumu olarak dünyaya pornografi penceresinden baktıklarından dolayı resmin, edebiyatın, heykelin estetik olarak işlediği üremeyi, cinselliği, aşkı tahrik unsuru sayarlar. Kimi heykellere ucube demeleri (Kars “İnsanlık Anıtı”) sanatsal kaygılardan değil, politik bir manevradan (Türkiye Ermeni ilişkileri) ileri gelir.
Restorasyon rezaletleri
Sümela Manastırı restore edilecek haberlerini gördüğümde içim sızladı. “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” klişe cümlesinde olduğu gibi, AKP döneminde yapılan restorasyonlara baktığımızda, ne yapacaklarına dair epeyi bir fikir sahibi olunuyor.
AKP iktidarının eski eserlerle ilgili siyasetçi, bürokrat ve teknokratlarının yaptıklarından bırakın iç sızlamasını, insanın kafasını taştan taşa vurası geliyor! Restorasyonlara ve eski eserlere karşı yapılanlara bakılınca bu barbarlığın nasıl yapılabildiğine dair müthiş hayretlere düşülüyor.
Restorasyonlardaki bu yıkıcılığın iki ayağı var: Birincisi zihniyet!
AKP iktidarı döneminde bu alanla ilgili olarak atanan bürokratları (valilikler, il özel idareleri, il kültür müdürlükleri, müze müdürlükleri, vakıflar vb.) olsun; bütün bunların sanata, kültüre, tarihi eserlere dair yeterli (ya da ortalama diyelim) bilinçleri yok. Bırakalım bilinçlerini bir tarafa, genel olarak bu taifenin sanata ve asar-ı atikaya karşı bir saygıları da yok. Hatta dillerinde pelesenk olan ecdatlarından kalanlara karşı da yıkıcı davranıyorlar. Nice Selçuklu ve Osmanlı eserleri yıkıldı, restore adı altında büyük tahribatlara uğratıldı!
Tamam, bunlar AKP’nin bürokratları; anladık diyelim!
Peki ya, üniversitelerin ilgili bölümlerine ve koruma kurullarına ne demeli?
Türkiye’de ciddi bir sığlaşma var ve üniversiteler bundan azade değil.
Bütün bu restorasyon rezaletlerinde Koruma Kurulları’nın da ciddi bir payı var elbette. Belli bir yetki ve görev serbestliğine sahip olan Koruma Kurulları, iktidarın taleplerini icra edecek kadar bürokratik bir dişliye dönüştü diyebiliriz.
İkincisi, kar hırsı!
AKP iktidarı restorasyon işlerini bir inşaat faaliyeti olarak görüyor ki, bu işleri üstlenen firmaların çok büyük bir kısmı ha bir köprü inşa etmiş, ha Roma devrinden kalma köprüyü restore etmiş anlayışındalar! Rezidans yapmakla bir kaleyi restore etmenin ne farkı olabilir ki, biri betondan, diğeri taştan değil mi? Hem büyüklük bakımından ikisi de birbirine benziyor!
Tarihi eserlerin restorasyonunda yapılan gereksiz eklentilerle (duvarlar, çatılar, giydirmeler vs) işin fiyatını daha fazla artırmayı, eksik ve uygun olmayan malzeme kullanarak da işin maliyetini düşürmeyi amaç edinmiş kasaba kurnazı firmalar, restorasyon işini inşaat işi gibi görüyorlar. Hal böyle olunca, restorasyon işini bu anlayıştaki firmalara verenlerin zihniyeti de bu kasabalı zihniyetten farksız oluyor. Ayrıca bu yetkisiz yetkililerin zihniyetinde sanata, estetiğe, farklı uygarlıklara karşı bir düşmanlık da var!
Her türlü eserin restorasyon işi, her şeyden önce bilimsel ve akademik dünyanın alanına girer. Uzmanlaşmış ve ehil ellerin işidir restorasyon; falan mimarın, filan inşaat mühendisinin, falan kalfanın ya da filan il turizm müdürünün işi değildir, olamaz da! Örneğin Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki Roma mozaiklerini onaran el, nasıl bir beyine ait olabilir? Kaldı ki bu soru, eserleri bozan bütün restoreler için geçerlidir!
Bütün bu yapılanların bir de ahlaki yanı var!
TOKİ müteahhidi ile restoratör arasındaki farkı kar hırsınıza feda edecek kadar vicdansız ve ahlak yoksunusunuz!
Bilmiyorsanız, bırakın yapmayın!
Bilmiyorsanız, bilenleri bulun, onlara yaptırın!
Bu nasıl bir körlük, bu nasıl cehalet, bu ne aymazlık, tarihe ve sanata karşı bu ne korkunç bir düşmanlık!
Antik tiyatronun zeminine beton döken, Selçuklu medrese ve kervansaray avlularını yüksek beton duvarlarla kuşatan, Bizans sarayına PVC takan bir ülkenin kültür sanat atmosferinde yaşamak ne zor ve ne utanç verici.
Bunu yapanların utanmadıklarını biliyoruz; utansalardı bu yıkıcılığa devam etmezlerdi.
Bu eserler yalnız bize değil, insanlığa ait.
İnsanlığın ortak değerlerine karşı yapılan bu yıkıcılık da gösteriyor ki, biz yaygın ve derin bir çürüme yaşıyoruz.
İnsana değer vermeyenden eserine değer vermeyi beklemek mümkün mü diye sorarsanız, haklısınız derim! (HŞ/HK)