Yalnız küçük ve büyük ölçekli tarımda değil, şehir içindeki her türlü yeşil alanda, parklarda, evlerimizin bahçelerinde, demiryollarının geçtiği yerlerde veya golf sahalarında cömertçe kullanılan ot kırıcı kimyasalların kanserojen oldukları çoktan ispatlandı.
Buna rağmen endüstri devi Monsanto, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye pazarında da kendine yer bulmuş Roundup adlı ürününü yıllar boyunca aklamaya çalıştı, bilimsel gerçekleri saklamak, kamufle etmek veya çarpıtmak için milyonlar harcadı.
Gelgelelim, Amerika Birleşik Devletleri’nin o çok güvenilen çevre koruma ajansı EPA’yı da çirkin emellerine alet etmeyi bilmiş Monsanto, 2018 yılında kanser hastası bahçıvan Dewayne “Lee” Johnson’a yüklü bir tazminat ödemeye mahkûm edildi.
Anthropocene: The Human Epoch’tan hatırlayacağınız Kanadalı sinemacı Jennifer Baichwal mevzuyu derinlemesine işliyor, bir araştırmacı gazeteci tavrı ortaya koyarak Into the weeds adlı belgeselde sancılı tıbbi ve hukuki süreci adeta bir gerilim filmi haline getiriyor.
Günümüzde azgın kapitalizm sanayi üretiminin hızını daima artırmaya meyilli olmasına rağmen insan ırkı tembelleşmeye daha meyilli. Fakat daha az emek sarf ederek, kimyasalların yardımıyla istenmeyen otlardan pratikçe kurtulma pratiği ne yazık ki glifosat kaynaklı Hodgkin dışı lenfoma en başta olmak üzere muhtelif kanserlere yol açıyor.
Dünya prömiyerini Kanada’da Hot Docs Uluslararası Film Festivalinde yapmış olan 2022 yapımı belgesel seyirciyi 96 dakika boyunca peşinden sürükleyip sonunda direnişin zaferini paylaşmamızı sağlıyor.
Kontrolsüzce kullanılan tarım ilaçlarının toprağa, suya, havaya karıştığını, tarım ürünlerinin tohumlarına nüfuz ettiğini, besinlerimizle birlikte midemize girdiğini bir kez daha idrak ediyor ve geniş çaplı bir isyanda mutlaka yer almamız gerektiğine ikna oluyoruz. Tabiattaki böceklerin, kuşların, muhtelif hayvanların ölümüne seyirci kalmamamız gerektiğini, toprağın asırlar boyunca oluşmuş biyo çeşitliliğine tekrar dönmesine katkıda bulunmanın elzem olduğunu idrak ediyoruz.
Unutmamalıyız ki, biz nasıl topraktan besleniyorsak, bizim de toprağı beslememiz gerekiyor. Mevzunun özüne inmek adına agroekoloji hakkında bilgi edinmek için Metis yayınlarından çıkan, Tayfun Özkaya, Mesut Yüce Yıldız, Fatih Özden ve Umut Kocagöz’ün hazırladığı Agroekoloji, Başka Bir Tarım Mümkün kitabı biçilmiş kaftan.
Davut ile Câlût misali…
Filmin kahramanı, mütevazı bahçıvan Dewayne’in şahsi mücadelesi, meseleye baş koymuş birçok hukukçunun geniş çaplı çalışmaları sonucunda uluslararası bir ilgi odağına dönüşüyor. Monsanto kabahatini örtmek için tüm imkânlarını seferber ederken, esas meselenin 70’li yıllarda üretilmeye başlanmış Roundup gibi ürünlerin zararlarını bilmesine rağmen Monsanto’nun gereki önlemleri almaması olduğunu görüyoruz. Sektörün gezegen çapında önde gelen şirketi amansız lobi faaliyetleri yürütüyor, bilim insanlarını ilkelerine ihanet edecek şekilde manipüle ediyor, güvenilir kurumları taraflı kararlar alır hale getiriyor. Monsanto bitmez tükenmez inkârlarına devam ederken hukukçular şirketin sorumluluklarını yerine getirmiş olması gerektiğinin, zehirli maddelerin öldürücü etkileri hakkında tüketicileri layıkıyla uyarmasının ve ortaya çıkan sonuçlarını ahlaki olarak üstlenmesinin önemine dikkat çekiyor.
Bu arada Monsanto ve benzerlerinin ipliği pazara çıktığında Brezilya, Fransa, ABD, Hindistan, Hırvatistan, Kosta Rika, Japonya, Şili, Almanya, Belçika gibi ülkelerde halkların sokaklara dökülüp geniş çaplı protestolara katıldığını görüyoruz. Toprakla ilişkilerini geleneksel olarak sürdürmeyi şiar edinmiş Kuzey Amerika kıtasının yerlilerinin meseleye damardan bakışı da belgeselde layıkıyla irdeleniyor.
Bazen sorgulanacak tavırlar da sergileyebilen Dünya Sağlık Örgütünün sürece katkısını, bünyesindeki Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı’nın mevzu hakkındaki müdahalesinin ne kadar mühim olduğunu da izliyoruz.
Monsanto Papers adıyla bilinen gizli evraklar ortalığa saçılınca, günümüzde ancak gerçeklerin afişe edilmesiyle bir şeylerin harekete geçtiğine dair kanaatimiz kuvvetleniyor.
Bayer’le ne değişti?
Monsanto’yu geçtiğimiz yıllarda Bayer’in satın almış olmasının suların durulması anlamına geldiğini sananlar ne yazık ki hayal kırıklığına uğruyor. Dewayne’in zaferiyle sonuçlanan dava temyiz ediliyor, tazminat epeyce azaltılmasına rağmen adalet yine de Monsanto’nun aleyhine alınmış kararında esasen sabit kalıyor.
Türkiye’de de benzerleri olan davalarda Dewayne lehine verilmiş kararın emsal oluşturması ümitli olmamızı sağlıyor. Zehirli maddeleri hoyratça kullanan şirketlerin ürünleri hakkında gerekli uyarılarda bulunmaları, doğru yolda ilerlemelerini sağlamakla mükellef otorite ve denetim kurumlarının beklenen kontrolleri yapmaları, görevlerini ciddiyetle yerine getirmeleri şart.
Film dünya çapında nefret odağı olmuş Monsanto’yu bir kez daha rezil ediyor. Her ne kadar geleneksel televizyon estetiğine yaslanmış olsa da sürükleyici belgesel saldırgan ve sansasyonel tavırlara, duygu sömürüsüne pek yüz vermiyor, meselenin ciddiyetine layık bir dille mesajını etkin biçimde iletiyor.
Monsanto yetkililerinin masumiyetlerini yüzsüzce kanıtlamaya çalışırken samimiyet ve dürüstlükten ne kadar uzak olduklarını defalarca görüyor, acımasızlıklarının tescilli kötülüğün birebir yansıması haline geldiğini tenimizde hissediyoruz.
Küresel çapta yaşanan çevre felaketleriyle tarım ilaçlarının mühim bağına ve tabiatın kırılgan dengelerinde her şeyin bir zincir gibi birbirine bağlı olduğuna dair hassasiyetle doluyoruz. Bunda yönetmen Baichwal’ın dünyada olanlara sinemanın sanatsal tavrıyla yaklaşmasındaki, kendi deyimiyle belgesellerin akademik bir dosyaya kıyasla duygusal olarak mevzuyla empati kurmamızı kolaylaştırmasındaki payı yüksek. (MT/AS)