Fotoğraf: pixabay
İnsan, tıpkı her canlı gibi Dünya’ya doğar. İnsanın dünyası, doğal çevre yanında kültürel bir çevredir de; o nedenle bir aileye, dile, dine, uyruğa, kültüre kısacası Bourdieu’nun kavramıyla bir habitus’a doğarız.
Doğar doğmaz bize isim verirler. Kendi kültürlerinin rengine boyarlar. Sahipliyizdir Türkçesi. O nedenle nüfusa yazdırırlar. Kimlik numarası verirler. Adımız olur. Biz, kendimize ait değiliz. Aileye, velayetimize sahip kişiye, uyruğu olduğumuz devlete aitizdir.
Anlam nefesi
Nedense her şeyin ismi olmasına ihtiyaç duyar; yaptıklarımızın altına da imza atmak isteriz. Bir şey, öyle tek başınaysa anlamlı yoktur, onu yalnızca kavram olarak düşünebiliriz. Anlam, bağlamdır; bu nedenle anlam, bir şeyin bir başka şey ya da şeylerle bir araya gelerek oluşturduğu kompozisyonun türevidir. Anlam, ilişkidir; bir başka deyişle de bağlam. O nedenle bir şeyi düşünmek demek de facto bağlamı düşünmektir.
“Dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır” der Wittgenstein. Limitimiz dilimiz ise, nesneleri, durumları ad vererek anlıyor isek bu ad verme nasıl bir süreç içinde gerçekleşir? Bunun için insan-dil-dünya ilişkisine bakabiliriz.
Bir şeye bakarken ya da bir duygulanım yaşarken içine doğduğumuz dil dolayımıyla anlarız. Dilimizden azade değilizdir. Kültürümüzün, eşdeyişle anlam dünyamızın taşıyıcısı olan dilin yüklediği anlamın dışında ne görebiliriz?
Nasıl? Zaman zaman o durum için bize öğretilen kavram ya da kelime, şairin dediği gibi kifayetsiz kaldığında, varsa, bize anlam nefesi olacak araç nedir?
Yeniyi anlamlandırmak
Burada yeni bir ad/landırma ihtiyaç olarak doğar. İnsan, yaşar; yaşadığını anlamlandırmak ihtiyacı duyar; dil de ilaçtır. İnsanın anlamlandırma sürecinde doğan güven krizinin antibiyotiği adlandırma, anlam vermedir; bir başka deyişle anlama, anlamlandırma güven verir. Peki bu adlandırma nasıl olur?
Kültür ya da anlam varlığı olduğumuzdan içinde bulunduğumuz durumlara ortak adlar verir, anlaşırız.
Bazen aynı durumu farklı sözcüklerle ifade ettiğimiz olur elbette. Yaşadığımız, tür olarak daha önce deneyimlediğimiz bir şey ise muhakkak dilimizde ya bir kelime ya bir deyim ya bir simge olarak yer alır.
Eğer şimdiye değin o durumu hiç yaşamamış isek bizim için vardır ama ne olduğu meçhuldür. Meçhulün yarattığı güvensizlik durumlarında antibiyotiğimiz her zaman genelinde dil, özelinde adlandırma olur.
İki alan oldukça özgül rol oynar bu süreçte: şiir ve felsefe. Şairler yarattıkları imgelerle, kullandıkları metaforlarla bizim sıkışan anlam dünyamıza nefes aldırırlar. Çünkü onlar bizimle aynı çağda yaşayıp bu anlama, anlamlandırma, adlandırma sıkıntısını iliklerine değin hissedenlerdendir.
Bu süreç, bir başka bakımdan filozoflar için de benzerlik gösterir. Şöyle ki, bizimle aynı çağda yaşayan filozoflar, Türkçesiyle belli şeyleri sorunsallaştırıp dert edinirler kendilerine.
Filozof, eteğindeki taşlarla (sözdağarındaki kelimelerle) bakar lakin o taşlar o durumu içine almaz; çünkü daha önce üretilmiştir.Yeni durumu kuşatamaz, sarıp sarmalayıp anlam dünyamıza dahil etmeye gücü yetmez.
Bu yetmeme hali, yeni bir şey yaşadığımıza işarettir. İşte filozof, yaşadığımız, daha önce tanık olmadığımız bu “yeni”yi anlamlandırır.
Bu üç şekilde olur: İlki, mevcut kavramları alıp yeniden içeriklendirerek, bu aslında o olgunun günümüz versiyonunu yeniden yorumlamak ya da daha önce kullanılmamış yeni bir kavram önermek şeklinde olur.
Önerdiği kavramı ilgileri içinde işler, hem ne anlama geldiğini hem hangi kavramlarla ne tür ilişki içinde olduğunu gösterir. Bir anlamda olguyu modeller.
İkincisi, yeni bir kavram önerir.
Bunu yaparken ya bir kavramı alıp onu anlamla yükleyip bir başka anlam dünyasına taşır; bu taşıma süreci kelimeyi kavramlaştırır.
Üçüncüsü de etimolojiden, yaşayan dilden, güncel altdillerden beslenerek yeni bir kelime türetir; eteğindeki taşları yani kurduğu connectom’larla (bağlantılarla) ulaştığı anlamı yükler, eşdeyişle içeriklendirir.
Wittgenstein'ın Tractatus adlı kitabının ilk önermesini anarak düşünmemizi açımlamayı sürdürelim.
1. “Dünya, olduğu gibi olan her şeydir.”
1.1. “Dünya, olguların değil, şeylerin toplamıdır.”
Olgular, anlam dünyamıza kuramlar dolayımıyla dahil olurlar; bu nedenle “Dünya, kuramların toplamıdır” denebilir. Dünyadan doğan bir özne olarak dünyaya -nesnelere, olgulara- anlam zerk edip onu, onunla etkileşime sokarak yeniden üretir ya da yaratırız.
Panta rhei
Ürettiğimiz anlamlardan örülü hanelerimizde yaşarız. Yaşamak edimi, anlamlandırmayla, adlandırmayla özdeştir.
Bu ilişkiyi, felsefi iletişim yöntemiyle irdeleyebilir, kendi adlandırmalarımıza odaklanabilir, böylece hanemize dönüşen anlam adamızda hangi kurucu kavramlar içinde yaşadığımızı görebiliriz. Hanemiz içindeki her kavramın içini açıp bakabiliriz.
Bunların hangi duyguları yaşattığına, hangi deneyimleri anımsattığına, bunlarla ilgili inançlarımızın ne menem inançlar olduğuna ve elbette bunlara dair bilgisel içeriklerimizin neler olduğuna odaklanabiliriz.
Bunların yani duygu, deneyim, inanç ve bilginin toplamı, bize, o kavramı hangi bakımlardan, nasıl yaşadığımızı da gösterir.
Bir kişi olarak duygu, deneyim, inanç ve bilgi dediğimiz taşıyıcı ayakların oluşturduğu mimari bir yapı içine doğar, kavramlara dair yaşantılarımız çeşitlenip çoğaldıkça anlam dünyamız adını verdiğim dört sütunun taşıdığı kubbe/miz de genişer. Bu yapı tıpkı bedenimiz gibi, büyüdükçe yeni formlar kazanır.
Neler hissettiğimize, neleri deneyimlediğimize, nelere inandığımıza ve elbette neleri bildiğimize göre her an yeniden karılan bir harcımızdan anlam devşirerek yaşarız. Tinimize rengini veren taşıyıcı ayak, bağlamsal olarak an be an değişir. Çünkü Herakleitos'un dediği gibi “Panta rhei.” Yani her şey akar.
Her şey akar. Zaman, Demokles’in Kılıcı gibi sürekli ensemizdedir. Akışkan bir evren içindeyizdir.
Yaşadığımızı henüz metabolize edemeden eşanlı başka pek çok şeyi de yaşantılarız. Bunların pek azını anlam dünyamıza tercüme edebiliriz. Bizi, biz kılan bir anlamda yaşadıklarımızı anlamlandırma sürecimizdir. Kubbeye şeklini veren bu sürecin kendisidir. Dünyaya, Hayata, kendimize hangi kavramlarla bakıyoruz?
Örneğin sürekli sigara içersek ciğerlerimizi siyah lekeler kaplar, damarlarımız daralır. Sigara bedenimiz için ne ise dünyaya bakarken kullandığımız kelimeler de odur. Biri bedene, diğeri ruha, zihne ve manevi yani anlam dünyamıza kendi rengini verir.
Hanemizi, altında nefes aldığı kubbeyi bilmek, o kubbeyi taşıyan duygu, deneyim, inanç ve bilgiden oluşan ayakları tanımak; bunlar arasındaki diyalektiği, geriçimsellği görmek; ayakların birbirine katışarak oluşturdukları bağlamı anlamak; insana, kendinde yani kendi dolayımında hayatı ve dünyayı anlamak imkânı sağlar.
(MVB/EMK)