Avrupa Birliği (AB) ülkeleri bir süredir birliğin geleceğini tartışıyor. Geçtiğimiz günlerde bu tartışmanın zeminini oluşturan “AB’nin Geleceğine Dair Beyaz Kitap” adı verilen bir belge yayınlandı. AB Komisyonu’nun hazırladığı bu dokümanda AB’nin bundan sonraki olası yönelimleri sıralanmış.
İlk senaryoya göre AB organizasyonları çeşitli iyileştirmelerle toparlanarak mevcut rotasında ilerleyecek.
İkincisi, AB sadece “tek pazar” olarak görülecek ve sorunlar bu çerçevede tartışılacak.
Üçüncüsü ise daraltılmış, iç ve dış güvenlik, vergilendirme ve sosyal politikalar gibi alanlarda daha ileri entegrasyon isteyen devletlerin kendi aralarında koalisyon kurması öngörülüyor. Bu senaryo fiilen üçe bölünmüşlüğü (biri merkezdeki Almanya, Belçika Fransa vb. diğeri Akdeniz ülkeleri İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya gibi ve en alt kategori ise Bulgaristan, Macaristan vb. eski Doğu Bloku üyeleri) legalize eden yaklaşım.
Dördüncü öneri kapsamında ise daha az ama daha etkili bir biçimde sorunların üzerine giden bir Avrupa öngörülüyor. Bu AB’nin yetki alanlarını daraltmak olarak yorumlanıyor.
Sonuncusunda ise AB’nin birlikte davranması, yetkilerinin artırılması, küresel role ve ortak kimliğe sahip, etkin bir AB tasarlanıyor.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun yani Roma Anlaşması’nın 60. kuruluş yıl dönümü olan 25 Mart’ta bu öneriler etrafında tartışmaya Brüksel’de start verilecek.
Şimdiden yapılan yorumlar son yıllarda yaşanan kriz ortamından karlı çıkan Almanya’nın merkezde olduğu, AB içinde fiilen var olan hiyerarşik yapının yasallaşacağı, yani üçüncü önerinin ağır basma olasılığının yüksek olduğu yönünde.
Bu tür bir gelişmenin şimdiye kadar oluşturulamayan ortak AB kimliği meselesini daha da olanaksız kılacağı ve AB’nin “ulus devletler” topluluğu olmaktan kurtulamayacağını kabullenir nitelikte. Daha da önemlisi AB perdesi altında kapitalizmin dayanışma ve planlamadan yoksun akıl çarkının Almanya’nın cebini daha fazla doldurmak için çalışacağı.
Bütün bunlar öngörülemez miydi? Elbette bilinebilirdi. Fakat bunun için AB’ne egemen olan yaklaşımların neoliberal aklın dışında başka bir dünyanın yaratılabileceğini varsayan, eyleyen bir düzlemde olması şartıyla. Maalesef AB yönetiminde böyle bir arayışta olan, sol-sosyalist politikalar etkin değil. Bunun yerine bulduğu ilk fırsatta, burjuva demokrasisinin kalıplarını da gönüllüce terk etmeye eğilimli bir zihniyet tarafından yönlendirilen AB ile karşı karşıyayız. Bu felaketin büyümesinin etkilerinin yüzyıllara dayalı insanlığın kazanımlarını çürütme riskinin yanı sıra, kokuşmanın yayılımının Avrupa ülkeleriyle sınır kalmayacağı da açık. Bu tarz bir politik tercihin tek kazananı ise uluslararası sermaye ve onun bayraktarlığını yapan bilumum türden sağcılık olacaktır.
AB’de giderek burjuva demokrasilerinin derebeyliklere (neoliberal diktatörlük) dönüştüğü bu tablodan olumlu bir çıkış yakalama olasılığı zayıflıyor. Bunun elbette ana nedeni özel mülkiyetin esiri olan akıl. Bu konuda aktüel katalizör ise AB’nin NATO politikalarının da katkısıyla ABD’ye olan bağımlılığı. Şimdi bazılarınıza bu iddia abartılı gelebilir ama özellikle yaratılan “güvenlik sorunları” nedeniyle AB, ABD’nin yönlendirmesi altında olduğu görülüyor. Küçük bir hatırlatma: geçtiğimiz yıllarda ABD istihbaratının (NSA) Almanya Başbakan’ı Angela Merkel’i dinlediği açığa çıkmıştı, ne oldu sonra? Hiç bir şey! Bir de tersinin olma olasılığını ve sonuçlarını düşünün.
Bugünse NATO Karadeniz’den başlayarak Baltıklara kadar bütün Rusya sınırına askeri bir duvar ördü. Bu çelikten duvar aynı zamanda bölgede yaşayan büyün halkların zihnine de militarizmi, milliyetçiliği ve ırkçılığı yığıyor.
Son dönemde yukarıda sıraladığım gelişmeler ve ABD-Rusya çekişmesinin de katkılarıyla hemen hemen bütün Balkan ülkelerinde sıcak çatışma riskleri artıyor. Bunun ön plan çıktığı ülkeler Sırbistan, Kosova, Karadağ, Makedonya. Ama olası bir çatışmada bölgedeki diğer ülkelerin de sürece dahil olması kaçınılmaz. Hali hazırda Ukrayna’nın doğusunda yürüyen savaş, Moldova’da özerk Transdinyester’in son dönem Rus bayrağı da kullanmaya başlaması, Belarus’ta Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko karşıtı artan gösteriler ve NATO’nun Gürcistan’a üs kurma kararı yeni çatışma alanları yaratmaya aday.
AB tüm bu gelişmeler karşısında pozitif yaklaşım sergileyen, barışçıl çözümler bulamazsa şu an karşı karşıya olduğu sorunlardan çok daha fazlasıyla uğraşacak. Bu da parçalanması ya da artık tamamen modern bir derebeyliğe dönüşmesiyle sonuçlanacak.
Erdoğan rejimi bugünlere biraz da AB sayesinde geldi
Batılı bir kısım aydında yaygın kanaat bugün Türkiye’nin yaşadığı sorunların kökenlerinin ülkemizde olduğu yönünde. Elbette haklılar. Çünkü neredeyse yüz, yüz elli yıllık katmerlenmiş sorunların üzerinde oturuyoruz. Ama mesele bundan ibaret değil. Erdoğan rejiminin bu günlere gelmesinde Batılı sermayedarlar ve onların politik temsilcileri de sorumlu.
Başından beri AKP iktidarını desteklediler. Çünkü AKP onlara ülkenin kaynakları ve ekonomik olanaklarıyla iştah açıcı bir sofra sunuyordu. Tıkınmak varken “iktidarın niyetini sorgulamak” olmazdı. Nitekim bu masadan düşen kırıntılarla ziftlenmekte olan epey bir aydınımız da bize ısrarla bunu söylüyordu, “niyetini sorgulamayın atıştırmaya bakın!”.
Tabii bu arada Türkiye’nin bölgede model ülke olarak tanımlanması, üzerinde deneyler yapılan bir saha olarak görülmesi küstahlığı da ayrı bir motivasyon kaynağıydı. Gelgelelim bu gözü açlar takımının uykularını kaçıracak düzeyde olmasa da, o zaman da tek adam rejimi kurma hayallerinin, yolsuzluğun ve devlet terörünün dik alası yaşanmaktaydı. Sadece bugün ki kadar dozajı yüksek değildi. Erdoğan sonuçta bir politikacıydı hem de sultasını kurmak için her yola başvuracak cinsten. Ama yersen…
Tabii yüzlerce yıllık sömürgecilik tecrübesine sahip olan AB’nin egemen kesimleri bütünüyle çaresiz değillerdi. Abdullah Gül ve Fetullah Gülen organizasyonu gibi iktidardaki oligarşik yapının şurasında burasında yer alan güvendikleri kesimler vardı. Ama buralara ilk dönemeçte kar yağdı. Nitekim halkımız öteden beri malın iyisini bilir, aslı varken işin ucunda faşistlik de olsa taklidine gönül indirmez.
Sonuçta bugünlere geldik. Şimdi AB’ye egemen olan politikacılar on yıl önce yapmaları gereken şeyleri yenile telaffuz etmeye başladılar. Onu bile toplu bir tavra dönüştürmekten uzaklar. Bu Erdoğan rejiminin işini kolaylaştırıyor. Hele hele rejimin 5. kol faaliyetlerine yeni yeni uyanmaları ya da öyle yapıyor görünmeleri kendi sınırlarına dahi vakıf olmadıklarını belgeler nitelikte.
Elbette bu zulüm AB’nin şunun bunun lütfu ile dağılmayacak. Azmini kaybetmeyen insanlığın direnişi umudumuz. Ama şunu belirtmeliyim: ortada Erdoğan rejiminin neler yaptığını belgeleyecek tarzda BM raporları dururken, bugün ikircikli tavırlar alan AB’nin yıllar sonra ağlak raporlar hazırlamak için finanse edeceği toplantılara vereceği paranın hiç mi hiç ehemmiyeti yok! Bu sahtekarlıktan başka bir şey değil! Erdoğan rejimine gerçekten dur demek istiyorlarsa başta ekonomik alanda olmak üzere çok yönlü ambargo uygularlardı.
Rapor mapor demişken aklıma geldi. Geçen yıllarda Uluslararası Af Örgütü tarafından YPG’yi etnik temizlik yapmakla suçlayan bir rapor yayınlanmıştı. Bunun gerçekliğini sorgulamadan ortaya atlayan çokça insan hakları şampiyonu vardı. Hatta geçtiğimiz haftalarda Cartagena’daki Sosyalist Enternasyonal kongresinde PYD’nin daimi üyeliğini bu rapora dayanarak engellerken “Erdoğan’ın yapamadığını yaptık” diye övünen milletvekilleri de vardı. Geçen hafta BM’in YPG ve DSG’nin etnik temizlik yapmadığını da söyleyen bölgeyle ilgili raporu yayınlandı. Bu olandan sonra bir kısım insan hakları şampiyonunun ve CHP’nin Erdoğan’la ırkçılık yarıştıran milletvekillerinin en azından PYD, YPG ve DSG’ye bir özür borcu yok mu, ne dersiniz? (AS/HK)