Savaş gibi, toplu ölümlerin, katliamların "oyunun kuralından" sayıldığı bir vahşi ortamın, günümüz medyasında nasıl olup da seyirlik bir meta haline dönüşerek evlerimizin oturma odalarına sızdığı, ama sızarken de içinden geçtiği filtreler sayesinde, medyaya egemen "kuvvetlerin" izin verdiği ölçüde "seçilmiş", "değerlendirilmiş" ve "onaylanmış"; hatta son kullanma tarihi belli bir ürün olarak belleklerimize kazındığı da çok konuşuldu.
"Oturma odası savaşı" ya da "sansürsüz savaş" söylemi, Vietnam savaşından miras medya klişeleri. Hani o meşhur "savaş tarlalarda değil televizyon ekranlarında kazanıldı" retoriğinin kalıplaşmış hali; bir zamanlar ABD'nin savaşı kaybetmesinde medyanın rolüne biçilmiş, ama istenince günümüz "uydu" savaşlarına da "uydu-rulabilen" bir tür kaftan.
Bugünkü tartışmalar ışığında, medya-savaş denkleminde yazılıp çizilenlere baktığımızda, daha Vietnam Savaşı sırasında medyanın oynadığı düşünülen bu "olumlanmış" rolden hareketle, günümüz savaşlarına göndermeler yapıldığını gözlüyoruz. Oysa, günümüzdeki durumun tam tersine, Vietnam örneğinde, "medyanın savaş gerçekliğini olduğu gibi yansıttığı" savından hareket edilmişti.
Kameralar olmasıydı, Vietnam'ı kazanırdık diyenler...
1960'lı yılların sonunda ABD'de baş gösteren savaş karşıtı hareketlere ve arkasından gelen yenilgiye kafa yoran "resmi" araştırmacılar, sonunda şu sonuca varmışlardı: "Eğer kameralar Vietnam'a girmeseydi biz bu savaşı kazanırdık!"
Onlara göre, eğer Amerikan birliklerinin Vietnam'da yaptığı zulüm ve katliamlar televizyon habercileri tarafından halka açıkça gösterilmeseydi, Amerikan halkı aslında savaşa karşı tutum takınmayacak; tam tersi savaşa destek verecekti.
Vietnam savaşının televizyon ekranlarından yayınlanan ilk savaş olması itibariyle ayrıcalıklı bir yanı var kuşkusuz. Ancak, bu yaygın mite karşı çıkan, en azından bu standart savaş-medya retoriğine farklı yaklaşan araştırmacılar da var. Örneğin University of California San Diego'dan İletişim profesörü Daniel Hallin'in yıllar önce yayınlanan "Amerikan medyasında Vietnam savaşının sunumu" başlıklı araştırması bunlardan biri.
Vietnam'da Savaş'ı medya değil; halk durdurdu
Hallin'e göre, yaygın mitin aksine, Vietnam Savaşı sırasında halkı savaşa karşı durmaya ikna eden, aslında medya filan değil, halkın kendisiydi. Çünkü, 1968'in başlarında, Amerika'da, birkaç istisna hariç, medya, savaşı desteklemişti. Nitekim, aynı yılın Şubat ayında, toplam tirajları 22 milyon olan 38 Amerikan gazetesinin editörü arasında yapılan bir araştırmanın sonucu, bu gazetecilerden hiç birisinin Vietnam'dan çekilmeyi desteklemediğini ortaya koyuyordu. Ama, aynı dönemlerde, Amerikan halkı, nedense kendisini savaş karşıtı bir birlikteliğin içinde buluvermişti. İşte Daniel Hallin'in dayandığı nokta da buydu zaten. Şunu iddia ediyordu Hallin:
"Bu dönemde, aslında medyanın gücü değil, halk arasındaki söylentilerin ve özellikle de Vietnam'dan dönen gazilerin kamuya açık yerlerde yaptıkları savaş karşıtı konuşmaların gücü etkilemişti insanları."
"O gün medya eleştirmeni olmaya karar verdim..."
Nitekim eskinin gazetecisi, şimdinin medya eleştirmeni Amerikalı Jeff Cohen de 1971'in Ocak ayında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu bir makalesinde:
"Detroit'te bir toplantıdaydık. Burada Vietnam gazileri halkın karşısında yaşadıkları dehşeti yeniden hatırlıyor; kimisi, bir parçası olduğu katliamları ağlayarak anlatıyordu. Bazı gaziler arada medyayı da eleştirdiler; savaşa gitmeden önce yaptıkları yayınlarla insanları aldattıkları için. Bu sırada gazetecilerden biri kamerasının ışığını söndürdü ve alet edevatını kutusuna yerleştirmeye başladı; belli ki onun istediği haber bu değildi. Gazeteci, gazilerin ıslıkları ve yuhalamaları arasında salonu terk etti; ben de o gün medya eleştirmeni olmaya karar verdim."
Kısacası, gazetecilerin Vietnam savaşı sırasındaki rolü, öyle savaşın sonucunu etkilediğini iddia edeceğimiz kadar abartılacak bir durum değildi Hallin'e göre. Peki şimdi dönüp günümüz savaşlarına baktığımızda aynı şeyi söylemek ne kadar mümkün?
Bugünkü tablo farklı
Bugün kuşkusuz çok farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Bir kere medya, gerçekliği yansıtma iddiasını çoktan bırakmış, tam tersine gerçekliği kendisi yaratır hale gelmiş durumda. Ve bu gerçekliğin yeniden yaratılma sürecinde, global Batı medyasının müthiş bir üstünlüğü var. Körfez savaşı sırasında CNN'in oynadığı rolü, 11 Eylül sonrasında da, El-Cezire adlı bir TV kanalı ortaya çıkana kadar, Anglo-Amerikan Batı ittifakı medyasının yaptığı "tek tabanca" yayınları hatırlarsak hiç de yanılmadığımızı anlarız.
Benim Anglo-Amerikan gazete ve televizyonlarından izleyebildiğim kadarıyla, Batı medyası, savaş gerçekliğinin yeniden üretiminde hakikaten çağ atlamış durumda. Yoksa 11 Eylül'ün hemen ertesinde "Haçlı savaşı" diye başlayıp, "Terörizimle savaş" diye devam eden, sonra bir anda "Terörizmle uluslararası savaş" oluveren, Kabil'in düşmesinin ertesinde de aniden "Afganistan'da demokrasiyi yeşertecek savaş" söylemiyle, her yeni duruma göre yeniden kurulan bu gerçeklik silsilesi arasında başımız dönmezdi herhalde.
Savaş gerçekliğinin yeniden üretimi
İşin can alıcı yanı, Anglo-Amerikan Batı ittifakının bu savaş gerçekliğinin yeniden üretimi konusunu artık işin uzmanlarına, yani profesyonellere bırakmış olması. Savaşın/ideolojinin PR'ı ya da kitlelere süslü kutularda pazarlanması olarak tanımlayabileceğimiz bu meslek, "propaganda bakanlığı" adı altında II. Dünya Savaşı yıllarından beri var belki, ama bugün geldikleri noktada, Goebbels'i kat be kat aşmış olduklarını da söylememize gerek yok sanırım.
Bugünün profesyonel Goebbels'leri (benzetmek gibi olmasın ama), İngiltere Başbakanı Tony Blair'in iletişim danışmanı Alastair Campbell ve ABD Başkanı George W. Bush'un özel medya danışmanı Karen Hughes. Bu iki politik PR'cı, 11 Eylül'den sonra kafa kafaya vermişler, dünya çapında 24 saat medya denetimi yapan bir sistemi nasıl kurarız diye düşünmüşler.
Sonunda, Londra, Washington ve İslamabad'da oluşturulacak merkezi enformasyon üsleri aracılığıyla, dünya üzerinde savaşa dair tüm yayınları (özellikle de El-Cezire'yi) izleyerek, gerektiğinde Atlantik'in iki yakasından düğmeye basabilecekleri bir zincir oluşturmuşlar. Savaşla ilgili beklenmedik haber ve yayınlar karşısında, dünya kamuoyuna en hızlı şekilde karşılık verebilecekleri bir sistem bu. Adına kabaca "Medyayı Taliban yalanlarından temizleme" veya "Kamuoyunu iyi savaş haberleriyle kendi yanlarına çekme" sistemi de diyorlar çekinmeden.
Mesela Tony Blair'in, El-Cezire televizyonuna demeç veren ilk başbakan oluşu, eski tabloid gazeteci Alastair Campbell 'in bu konudaki hızlı düşünme, karar verme yeteneğinin bir ürünü. Gazetecilerin 2 ay boyunca Afganistan'a sokulmaması, Pakistan'da her sabah gazetecilere demeç veren Taliban büyükelçisi Mullah Abdül Selam Zaif'in konuşmalarının Pakistanlı yetkililerle görüşülerek yasaklanması da hep bu denetimin birer parçası.
Medya üssü'nün zaman yarışı
İslamabad'daki medya üssünün hikayesi ise daha ilginç. Geceler boyunca süren, hedef gözetmeyen bombalamalarda, sivil yerleşimlerin de vurulduğu yolunda Ortadoğu kaynaklı haberlerin saatler önce global medyada belirmesi ve bu arada Londra'daki medya merkezi çalışanlarının uykuda oluşu hiç hoşlarına gitmemiş. Pakistan'ın İslamabad şehrinde bir medya merkezi kurmak için kolları sıvamışlar. Amaç, yerel saat farkından dolayı Taliban'ın Londra'dan 5 saat, Washington'dan da 10 saat öncelikli olarak medyada belirmesine karşı önlem almak. (Guardian; 10 Kasım Cumartesi)
Bu Anglo-Amerikan medya timi, Blair'in eski danışmanlarından Allan Percival başkanlığında İslamabad'a çıkartma yapmış. Bir iki hafta içinde çalışmaya başlaması beklenen bu ofisin Ortadoğu'dan Avrupa'ya Taliban'la eşzamanlı yayın yapması ve dünya kamuoyona "gerçekleri", başka bir deyişle "iyi haberleri" ulaştırması bekleniyor.
Anlatılanlara göre, her gün Londra saatiyle 14.30'a kadar Bay Campbell 'in hakimiyetindeki medya merkezi faaliyette olacak; bu saatten sonraki medya denetimi, o sırada doğusunda sabah saat 09.30 olan ABD'deki meslekdaş Karen Hughes'a geçecek; Washington semalarında gün kararırken de bu kez İslamabad'daki medya merkezi kontrolü ele alacak ve dünya çapında üretilen haberleri gözleyerek, Londra'yla Washington uykudayken medyadan yayılan enformasyonu denetleyecek.
Nereye kadar?
Blair ve Bush, 24 saat medya(nın) denetimiyle sürdürdükleri bu savaşta, dünya kamuoyu gözünde haklılıklarını nereye kadar kabul ettirebilirler bilinmez.
İngiltere'de yayınlanan Doğu Asya'nın Gözü Gazetesi yazarı Abul Taher'e bakılırsa "medyayı yönlendirdikçe savaşı kaybetme olasılıkları artabilir"; çünkü ona göre, "savaşın masum kurbanları oldukça, savaş karşıtları da olacaktır". Aynı Vietnam'daki gibi...(EDA/NU)