Soykırım Ermenilerin yaşadığı en büyük trajediyse eğer, yaşananları yüz yıl sonra hala ve hala bütün dünyaya anlatmaya, yeniden ve yeniden onay almaya çalışmak, yüz yıl sonra hala başkalarından tasdik görme zorunluluğu hissetmek de, büyük bir dramdır.
Eğer soykırım insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçsa, onun şu ya da bu şekilde inkarı da, ilkinin devamı olan bir başka büyük suçtur.
Ermeniler on yıllardır neler yaşadıklarını, anne babalarının nasıl katledildiğini, yerlerinden yurtlarından nasıl sökülüp atıldığını, minik bebelerin ölmemeleri için nasıl ağaç kovuklarına bırakıldığını anlatıyorlar dünyaya. Tarihsel olarak bütün dünyanın bildiğini, cümle alemin kabul ettiğini, yine ve yeniden, zamana ve mekana göre değişen şekillerde, farklı dillerde, farklı söylemlerle tekrarlıyorlar. Çünkü karşılarında sinsi, inatçı bir inkar mekanizması var.
Türkiye'nin resmi inkar endüstrisi, 1915'te bir soykırım yaşanmadığını; Osmanlı Devleti'nin Ermenilerin zararlı faaliyetleri karşısında tedbir aldığını; çünkü onların savaş sırasında, tebaası oldukları devlete ihanet ettiğini; tehcir yolculuğu sırasında kafilelerde yer alanların konforu için her türlü tedbirin alındığını anlattıkça; velhasıl, güçlü olan, tarihi dilediği gibi yazdıkça, Ermenilerin yaraları yeniden kanıyor, acıları derinleşiyor.
Bu acıların görmezden gelinmesi, yok sayılması, küçümsenmesi, sayıya vurulması, politikaya alet edilmesi, tarihten silinmeye çalışılması, inkar edilmesi karşısındaki duygusal patlama, ifadesini, kaybedilen yurdun, kaybedilen canların ardından yakılan ağıtlarla buluyor; yok edenin, yok sayanın, hor görenin yüzüne, öfke dolu sloganlarla çarpıyor.
İnkarı savunanlar, işte böylece, Ermenileri çığlıklara ve sloganlara indirgeyerek, insanlığa karşı işlenmiş suça ortak oluyor.
Failin "gerçeği"
1915'te olup biteni anlatma çabasını yaşananların anlatılamazlığıyla yan yana koyduğunuzda, bunun nasıl bir daimi işkence olduğu çok daha açık bir şekilde çıkıyor ortaya.
İtalyan düşünür Giorgio Agamben, 'Tanık ve Arşiv: Auschwitz'ten Artakalanlar' adlı çalışmasında, yaşanan dehşetin idrak edilemezliğini, kavranamazlığını, anlatılamazlığını 'anlatmak' için, Holokost'un bir 'tanığı' olan Zelman Lewantal'ın ifadelerine başvuruyor:
"Tarihsel bir perspektiften, örneğin imhanın son aşamasının nasıl yerine getirildiğini en ince ayrıntısına kadar biliyoruz; toplama kampındaki tutsakların, kendi içinden oluşturulmuş olan (ve Sonderkommando diye bilinen) bir tim tarafından gaz odalarına götürüldüğünü, sonra yakılanların cesetlerinin çıkarılıp yıkandığını, saçlarının kesilip altın dişlerinin söküldüğünü ve en sonunda krematoryuma atıldığını biliyoruz; ama gerçekten anlamaya çalıştığımızda, bunların hiçbiri tek başına yeterli olmayacaktır. Bu ikilem ve rahatsızlık, kendisi de bir Sonderkomando üyesi olan Zelman Lewantal'ınki kadar yalın bir ifadeyle hiç kimse tarafından dile getirilmemiştir belki de. Lewental, Auschwitz'in kurtarılışından on yedi yıl sonra gün ışığına çıkan tanıklığını, III. Krematoryumun altına gömdüğü kağıda gizlemişti. Yidişçe "Nasıl ki orada olanlar hiçbir insan tarafından tahayyül edilemezse" diye, yazar Lewental, "bizim başımızdan neler geçtiğini herhangi birinin tam olarak ifade edebilmesi de düşünülemez... Tarihçilere pek iş bırakmayacak bir avuç insanız biz." (Çeviren: Ali İhsan Başgül, Dipnot Yayınları)
Kurbanın bu anlatılamaz gerçekliğinin yanına, failin kendi gerçekliği ve onun söylemini, dilini, laf salatasını, kavram kargaşasını koyduğunuzda, bu ikisinin birbiriyle örtüşmesinin ne kadar imkansız olduğu daha açık bir şekilde çıkar ortaya. Yaşananları anlatma çabasının nafileliğinin karşısına, bir kalemde bütün 'iddia'ları reddetmenin kolaylığını koyun, dramın nerede olduğunu anlarsınız. Yaşanan ve onun reddiyesi iki 'taraf' olarak görülmeye başladığı anda, mağdur sonsuza dek mağdur olarak kalmaya, salt bir tanık olarak kalmaya mahkum edilir. Ermeniler de çığlığa, slogana işte böyle indirgenir.
Bu nedenle, Ermenilerin ruhlarının özgür kalması, ancak ve ancak tanık ve mağdur olmaktan kurtulmalarıyla mümkün olacak. Bunun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun yanıtı da, Türklerin inkar yolundan ayrılıp idrakin yoluna girip girmeyeceğinde yatıyor. Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşmesini gerçekten isteyenler, omuzlarında her şeyden çok bu sorumluluğu taşıyor.
Bütün kayıplar için
24 Nisan 1915'te, İstanbul'da zaptiyelerin ellerindeki listelere göre tutukladığı iki yüzden fazla Ermeni aydının pek çoğu, hayatları boyunca ellerinde kalemle fikir mücadelesi vermişlerdi.
Gazeteci, yazar, öğretmen, siyasetçi, tüccar ve din adamı olan bu insanların pek çoğu, sürüldükleri Çankırı ve Ayaş'ta katledildi. İlk sürgün grubuna dahil edilmeyip bir süre daha İstanbul'da kalmasına göz yumulan Krikor Zohrab, Vartkes Serengülyan gibi bazı tanınmış isimlerse, sonraki aylarda onlarla aynı kaderi paylaştı.
O ilk büyük kafileyle sürülenler arasında, isim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla sürgün edilenler, kaçıp canını kurtaranlar, özel bir izinle geri dönenler de vardı. Rahip Gomidas gibi, İstanbul'a dönmesine izin verildiği halde, yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve 20 yıl sonra hastane köşelerinde can verenler de...
24 Nisan, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde 'çart' (kesim, kırım), 'ağed, yeğern' (felaket), 'aksor' (sürgün), kafle, seferberlik gibi adlarla anılan ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan büyük felaketin başlangıcı değil ama, en önemli dönemeçlerinden biriydi. Bir halkın kültür hayatını şekillendiren seçkin tabakanın ortadan kaldırılmasının acısı ve etkisi çok büyük oldu ve bu durum sonraki bütün kuşakları etkisi altına alacak bir çoraklaşmaya yol açtı.
Ermeniler, bu büyük yaratıcılar grubuna duydukları saygının sonucu olarak 24 Nisanı milat kabul ettiler. Onları anmak, bu kadim halkın bütün masum kayıplarını anmak anlamına geliyor. (RK/TK)