24 Haziran’ın (siz 24’ünü aynı zamanda Temmuzun 8’i diye de okuyun) bir ‘seçim’ olmadığının ne kadar idrakindeyiz emin değilim. OHAL koşullarında, mevcut iktidarca arzu edilen sonucun -her türlü ‘yol’ kullanılarak- onaylatılması ve uzun bir süredir bunu uygun bulmayanların, direnenlerin aşılarak ‘yola devam’ edilmesi.
Böyle bakınca 24 Haziran’ı sürecin ‘özel bir anı’ olarak görmek, özel olduğu için –ne azı ne fazlası- özel önem vermek, kararlı, umutlu, oy kullanmaya, oyuna sahip çıkmaya çağıran bir çaba göstermek yerinde gözüküyor. Aynı zamanda 24’ü sonrasına da fikren, ruhen, cismen hazır olmakta yarar var.
Bütün ‘uzman gözlemciler’ bir krizin eşiğinde/içinde olduğumuzu, yıkıcı dalganın zar-zor tutulduğunu, 24’ü sonrası sökün edeceğini söylüyor; işin özü zam/hayat pahalılığı patlayacak; durum buysa o zaman başlığımız da kriz ve sağlık oluyor.
Krizin kapitalizmin krizi olduğu, Türkiye’de yaşananın sadece ekonomik bir boyutla sınırlı değerlendirilmemesi gerektiği vb. doğru ve yerinde saptamaları atlayarak bir şu gerçeğin altını çizelim: Yönetenlerin çözüm tercihi krizi halkın üzerine yıkmaktır, hem tarihsel hem de yakın dönem tecrübeleriyle bu biliniyor. O zaman krizin sağlık etkilerini hatırlatarak hiçbir seçim aktörüne güvenmeden, düzeni zorlama hedefiyle, yığınak yaparak gecikmeksizin adım atmak yerinde olur.
http://www.ttb.org.tr/halk_sagligi/2003/03/29/kriz-ve-saglik/ içinde “Ekonomik Krizin Toplum Sağlığına Etkileri”.
Kriz halkın büyük çoğunluğu için işsizlik, ücretlerin dondurulması, azaltılması, halkın üzerindeki (ücretli emekçilerden alınan doğrudan gelir vergisi ve bütün bir halktan alınan dolaylı vergiler gibi) vergilerin artırılması başta olmak üzere şu ya da bu yolla gelir azalması, bir diğer ifadeyle yoksullaşmadır. Yoksullaşmanın sağlığa etkisi doğrudan etki olarak adlandırılır.
Tahmin edileceği gibi azalan gelirle birlikte neyse o olan beslenme, tüketilen gıda miktar ve kalitesi bozularak, kötüleşir. Krizin ani ve doğrudan etkileri olarak açlık ve evsizlik tanımlanmaktadır. Besin tüketiminin azalmasından en fazla etkilenecek gruplar gebeler, okul öncesi başta olmak üzere çocuklar, yaşlılar ve yoksullar olacaktır. Beslenme yetersizliğinin enfeksiyonlara zemin hazırladığı, gebe kadın sağlığı ve yenidoğan/bebek sağlığı açısından çok ciddi tehdit oluşturduğu biliniyor. Enfeksiyonlara zemin salgınlara açık olmayı kolaylaştırır. Bu durum Türkiye’de aşı reddinin giderek arttığı bilgisiyle birlikte düşünüldüğünde tehlike ve risk daha büyük olarak değerlendirilmelidir. Krizin ruh sağlığına etkileri de (işsizler ve çocuklar başta olmak üzere) özel olarak vurgulanması gereken ayrı bir başlıktır.
Dolaylı etki ise sağlık sistemi üzerinden yaşanan olup toplum sağlığına etkisidir. Sıklıkla ilk tutum sağlık hizmet kullanımında/sağlık kuruluşlarına başvurmada azalma olarak görülür. Ancak Türkiye’de mevcut sağlık hizmet sunum yelpazesinde ilk anda özelden kamuya kayma da beklenebilir.
Bir diğer yönelim ise zaten akıl dışı bir yoğunluk yaşayan acil sağlık hizmetlerine yığılmadır. Acil servislere başvuru yoğunluğu halen çözülemeyen bir sorunken aciller bütünüyle patlamaya hazır bir odağa dönüşebilecektir. Ancak ne olursa olsun vatandaşın refleksi her hâlükârda sağlık hizmeti kullanımında cepten çıkan parayı azaltma yönünde beklenmelidir. Bu kimi zaman ‘basit rahatsızlıklarda’ gitmemeye, tedavileri ertelemeye, acil servislere yığılmaya kimi zaman reçete edilen ilaçların ‘en gereklisi’ dışındakileri almamaya dönüşür.
İlaç başta olmak üzere tıbbi malzeme fiyatları artmaya adaydır. Geçtiğimiz günlerde “ilaca yüzde 2,5’luk döviz ayarı” geldiği düşünüldüğünde kimi ilaçların bulunamaması, fiyat ayarlamaları da devam edebilecektir. Tıbbi malzeme dahil ihale süreçlerinin (ihaleye girmeme, çok yüksek teklif verme vb.) sekteye uğraması, bunun da bir dizi süreci tetikleyerek zorunlu tıbbi malzeme eksikliğini doğurması mümkündür.
Bir diğer başlık “tasarruf tedbirleri” olup uyanık olunmalıdır. Geçmiş tecrübeler tasarruf tedbirleri başlığı altında sağlık alanında yapılacakların toplum sağlığını olumsuz etkileyebilecek adımlara yönelebildiğini gösteriyor. Uzun süredir “vakti beklenen” genel sağlık sigortası ve/veya geri ödeme kapsamının daraltılması için krizi bir gerekçeye dönüştürmek denenebilir.
Kuşkusuz sonuç olarak krizin sağlık etkisi toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesiyle de ifade olur.
Sağlık çalışanları için de birkaç vurguda yarar var. İşten çıkarma ilk adım gibi düşünülse de bu daha çok düşük zam/ücret artışı yapmama, yeni işe alımları durdurma, artan iş yükü, ücret ödemelerinde gecikme olarak yaşanabilmektedir. Ayrıca sağlık çalışanları kapsamında (sadece satış-pazarlama görevlileri değil tıbbi cihaz teknik servisleri dahil) medikal firma çalışanlarını da göz önüne alarak bir değerlendirme yapıldığında genişlik ve bir bütün olarak hizmetin olası aksama boyutu daha gerçekçi anlaşılabilir.
Yukarıda değindiğimiz acil servislere yığılmanın aynı zamanda sağlıkçıya yönelik şiddette sayısal ve zarar vericilikte artış olarak vücut bulabileceği mutlaka eklenmelidir.
24’ünde mevcut iktidarın değişmesi durumunda ‘iş başına’ gelenlerin ek bir sorunu da AKP’nin icraatları arasında sağlık hizmetleri özelinde başarılı olduğuna dair bir görüşün genel kabulü olacaktır.
Ne yapmalı?
24’ünün sonucuyla ilgisi olmakla beraber sonuçtan bağımsız bir pozisyon tutmakta çok yarar var.
24’ü sonrası “içinde bulunduğumuz durumda… başka yapacak bir yolun olmaması… aynı gemide bulunmamız… acı reçeteyi içmemiz, hep birlikte bu yükü sırtlanmamız gerektiği …” vb. cümlelerle başlatılacak bir yolun kabul edilmeyeceğini olası bütün ‘aktörlere’ şimdiden ilan etmek, neyse o olan sağlığımızı korumanın ilk adımı olacaktır.
Mevcut kötü tablonun sahibi hangi sınıfsal tercihler ışığında kim/kimlerse demokratik yollarla, bütünüyle halkın bilgisine açık yol ve yöntemlerle, şeffaf biçimde hesap sorulması istenmelidir. Bu toplum ruh sağlığı açısından da bir ‘ilaç’ olacaktır.
Halka yük öneren reçeteler kabul edilmemeli, 24’ü öncesinin bütün siyasi aktörleri 24’ü sonrası hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar bu yönde bir tutum için zorlanmalıdır.
Çözümün üretenlerin yönettiği bir ekonomi ve üretim ekonomisinde aranması, gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliklere son verilmesi, işsizliğe karşı her yurttaşın istihdam hakkının olduğu, sendikalaşma ve grev yasakları gibi engellerin kaldırılması, özelleştirmelere son verilmesi, kamuya kazandırılması, eğitim ve sağlığın ücretsiz olması, kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla tarıma sahip çıkılması, toprağı, suyu, havasıyla ekolojik bir yaşamın hedeflenmesi ana hat olarak savunulmalı ve ısrarcı olunmalıdır.
Sağlık özelinde ise…
Krizin eşiğinde/içinde olduğumuz genel bir kabul olduğuna göre sağlık alanındaki örgütlü yapılar (uzmanlık dernekleriyle birlikte) alana özel bilgilerini tercüme ederek halk sağlığına karşı sorumluluklarıyla bugünden toplumu ve iktidar adaylarını uyarıcı açıklamalarda bulunmalıdırlar; bu mesleklerinin/meslek etiğinin onlara verdiği bir sorumluluk olduğu kadar ülke insanına karşı bir yükümlülükleridir de.
24’ü sonrası sağlığa yaklaşımda köklü bir değişim yapmak için fırsat sunabilir. Bu nedenle sağlığı sadece ‘(tedavi edici) hizmet sektörü’ olarak değil toplumcu bir yaklaşımla kavrayanların, yeryüzü/doğayla bütünleşik, uyumlu ve barışık olarak canlı yaşamının korunması, geliştirilerek sürdürülmesine (profesyonel bilgi dahil) katkıda sadelik sağlayan bir yön vermek için müdahale olanakları doğabilir. Tüm bu süreçlerde anahtar (ya da kilit!) aktör sağlıkçılar olabilir. Yukarıda da geçerken değindiğimiz “16 yıllık sağlıkta başarı” gerçeğini en iyi bilenler olmaları önem ve rollerini bir kat daha arttırmaktadır. Yaşanacak her türlü (ilaç, tıbbi malzeme, gelişkin teknoloji kullanımında daralma vb) sıkıntıyı aşabilme/yönetebilme de sağlıkçıların katkısına ve sorumluluk almada bir adım öne çıkmalarına bağlıdır.
Toplumcu sağlıkçıların 24’ü sonrasına hazırlanması herkese güven verecektir. (EB/EKN)