Thomas Piketty’nin bütün dünyada ünlenen kitabı “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” sonunda Türkçeye de çevrildi. Çevrilmeden önce de kitaba ilişkin tartışmalar Türkiye’ye yansımıştı, bundan sonra da yaygınlaşarak sürmesi beklenir.
Kitabın adının doğrudan Marx’ı çağrıştırmasına karşın Piketty sosyalist olmadığını açıkça söylüyor. Hatta sosyalist olmadığı gibi, sosyalizmi modası geçmiş, üzerinde konuşmaya değmeyecek bir konu olarak gördüğünü de belli ediyor. Zaten tartışma konularından biri de bu.
Öbür tartışma konusu da, piyasanın toplumsal dengesizlikleri azaltmak bir yana, artırdığına ve kendi haline bırakılırsa daha da artıracağına ilişkin tezleri. Liberal iktisatçılar kitap çıkar çıkmaz kıyameti kopardılar, çalışma grupları kurup, hesap yanlışlıklarını, Excel hatalarını saptamaya çalıştılar. Türkiye’den gelen liberal itiraz da, koca bir bankanın solcu bir kitabı yayınlamasının ne kadar esef verici olduğu şeklindeydi.
“Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”in tartışmalara yol açmaması şaşırtıcı olurdu çünkü çok sayıda alışılmamış özellik taşıyor. Galiba bunlardan en şaşırtıcı olanı da görülmemiş uzunlukta zaman serileri ile analiz yapmak. Herhangi bir ekonomik değişkenin 1870-2010 tarihleri arasındaki trendini çıkarmak pek de alışılmış bir uygulama sayılmaz. Piketty genellikle bu tarihler arasını aynı tabloda ele alıyor. Bazen 1700’e kadar geriye gittiği, bazen de -bu kadar uzun bir zaman serisine sahip olmanın verdiği güvenle- 2100’e kadar tahminlerini uzattığı oluyor.
Analizlerde tarihi derinlik kadar coğrafi genişlik de etkileyici. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya başta olmak üzere zaman zaman İtalya, İspanya, İskandinav ülkeleri, Kanada verileri de analizlere dahil ediliyor. Çin, Hindistan gibi ülkelere veri yetersizliği nedeniyle daha az yer veriliyor.
Kapitalizmin olağan halleri
Yaklaşık 700 sayfalık bir çalışmayı birkaç formüle indirgemek haksızlık oluyor ama Piketty esas olarak sermaye gelirlerinin hemen her zaman ekonominin genelinden daha hızlı büyüdüğünü saptayarak işe başlıyor. Sermaye her zaman, hiç olmazsa çeşitli verilere sahip olduğumuz son yüzyıllar boyunca, her yıl yüzde 4-5 oranında gelir elde etmektedir. Buna karşılık ülke ekonomileri 19. yüzyıla kadar hemen hemen hiç büyümemiş ya da binde bir civarında büyümüştür. 19. yüzyılda yılda ortalama yüzde 1-1,5 dolaylarında büyüme gerçekleşmiştir.
Bu veriler insanların her türlü çalışma karşılığında gelirlerini çok az artırdığını, buna karşılık servet sahiplerinin servetlerini sürekli olarak büyüttüğünü göstermektedir. Yani geçmişte biriktirilen servet düzenli olarak büyümekte ve yaşanılan yıldaki üretimden elde edilen geliri önemsizleştirmektedir. Piketty bu durumu kapitalizmin temel çelişkisi olarak adlandırıyor ve “geçmiş geleceği yutar” diye tanımlıyor.
Bu ortamın doğal sonucu, toplumda küçük bir mülk sahipleri sınıfı ile geniş bir mülksüz emekçi sınıfı olmak üzere sadece iki sınıfın var olmasıdır. Zaten Piketty orta sınıfı bir yirminci yüzyıl icadı olarak görüyor ve yüzyılın çok özel koşulları nedeniyle ortaya çıktığını düşünüyor.
Yirminci yüzyılın yanılsaması
Yirminci yüzyıl I. Dünya Savaşı ile başlıyor, ardından 29 Krizi geliyor, o bitmeden II. Dünya Savaşı yaşanıyor. Bütün bunlar bir yandan servetin erimesine öte yandan devletlerin ekonomiye ilk kez doğrudan girerek müdahale etmesine yol açıyor. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında teknolojik atılımlar ve ekonomik büyümenin tarihte hiç görülmediği kadar hızlanması servet-gelir ilişkisini değiştiriyor. Yani, servetlerin önemi azalırken, o dönem içindeki üretimin ve gelirin önemi artıyor. Piketty özellikle 1950-1980 arasını 30 Altın Yıl olarak tanımlıyor.
Bu dönemde sosyal devletlerin kuruluşunun ve vergi oranlarının tarihte görülmemiş düzeylere yükselmesinin önemini vurgulamak gerekiyor. Yirminci yüzyıla kadar asayiş ve savunma dışında görev üstlenmeyen devletler artık bir dizi konuda sorumlu kabul ediliyorlar. Bunların başında da eğitim, sağlık ve emeklilik sistemleri geliyor.
Bu görevlerin maliyetini karşılamak için, vergilerin milli gelir içinde yüzde10’un altında olan payları, yüzde 35-45 düzeylerine yükseltiliyor. Bu vergiler büyük ölçüde servetten ve sermaye gelirlerinden karşılanırken, devlete yüklenen yeni görevler emeğin niteliklerini ve sonuç olarak gelirlerini yükseltiyor. Kapitalizmin tarihinde gelirin en adil dağıldığı dönem yaşanıyor. En alttaki gelir grubunun durumu çok fazla değişmese de geniş bir orta sınıf doğuyor.
Dönem, piyasanın gelir dağılımında adaleti sağlayacak kabiliyetlere sahip olduğuna inanılan bir dönemdir. O zamanlara kadar büyük ölçüde homojen olan emek gelirleri de farklılaşmış, servetlerin önemi azalırken emek gelirleriyle yaşam standardını yükseltmek mümkün hale gelmiştir. İyimserlik hakimdir.
Servete dayalı küreselleşme
Piketty bu parantezin kapitalizmin tarihinde bir istisna olduğunu, 1980’li yıllardan itibaren sona ermeye başladığını söylüyor. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle gelişmiş ülkeler başta olmak üzere dünya nüfusu artık daha yavaş artmaktadır, birçok ülkede artış durmuş hatta azalma başlamıştır. Bu durum ekonomik büyümeyi yavaşlatmaktadır.
Ayrıca neoliberal politikalar nedeniyle servet dünyada sınırsızca dolaşım özgürlüğü kazanmış, bütün ülkeler sermayeyi kendine çekmek için vergileri indirme yarışına girmiştir. Vergilerin indirilmesi bir yandan kamu hizmetlerinin niteliğini düşürerek emek gelirlerinin azalmasına yol açmakta, öte yandan da sermaye gelirlerinin toplam gelir içindeki ağırlığını yükseltmektedir. Emek gelirlerinin payının azalması toplam talebi düşürdüğünden, ekonomilerin büyüme hızı da düşmektedir.
Neoliberal politikalar vergilerin azaltılmasını öngördüğünden, devletler –toplumsal gerilimler nedeniyle- vazgeçemedikleri harcamalarını borçlanma yoluyla finanse etme yoluna gitmişlerdir. Gelişmiş ülkelerde kamu borçları kamu varlıklarının (okullar, hastaneler, idari yapılar, altyapılar vs) toplam değerine kadar ulaşmıştır. Bu da sermaye sahiplerine yaramış, devlete verilen borçlar servetlerin katlanmasına yol açmıştır. Borçların ödenmesinin alternatifi tüm kamu mülklerinin özel sektöre devredilmesidir.
Servetten vergi almak yerine servet sahiplerinden borç alınması 20. yüzyıl öncesinin finansman modelidir. Sonuçta dünya, 19. yüzyıl kadar olmasa bile, yeniden büyümenin yüzde bir dolaylarına düştüğü, nüfus artışının durduğu, servet gelirlerinin toplam gelirler içindeki payının arttığı, emeğin niteliğinin düştüğü, mirasın önem kazandığı bir döneme girmektedir. Kapitalizmin bir devlet müdahalesi olmadan işlemesi giderek imkansız hale gelecektir.
Yeniden ekonomi politik
Piketty geleceğe ilişkin tahminlerden sonra çözüm önerileri de getiriyor fakat bu önerilerden önce analizlerine ilişkin bir şeyler söylemek istiyorum. Piketty’nin en önemli özelliği ekonomiye günümüzün ekonometri heveslileri gibi değil, klasik iktisatçılar gibi bakması. Marx’ın tüm sosyal bilimleri tarihin alt dalları olarak nitelendirmesi gibi o da ekonominin ancak tarih, sosyoloji, antropoloji ve siyaset bilimi ile bir arada ele alındığında anlamlı olabileceğini düşünüyor.
Tarihi gelişimi kavramamıza olanak sağlayan uzun zaman serilerine önem veriyor ama ekonomiyi matematiksel modellerden ibaret gören yaklaşımlardan uzak duruyor. (Burada akla 2000 yılında Fransa’da ortaya çıkan ve aşırı matematik kullanımının ekonomiyi “otistik” bir bilime dönüştürdüğünü savunan Post-Otistik İktisat Hareketi geliyor. Piketty’nin 1971 doğumlu bir Fransız iktisatçı olduğu dikkate alınınca, hareketin sanıldığından etkili olduğu anlaşılıyor).
Zor okunması beklenen bir kitapta Balzac, Jane Austen, Henry James gibi yazarlardan, üstelik de çok açıklayıcı olan alıntılarla karşılaşmak doğrusu hoş oluyor. Bunlara bir ara Amerikan TV dizileri bile ekleniyor.
Tabii en ilginci sosyalist olmayan bir iktisatçının gelir dağılımının bozulmasını dert edinmesi, üstelik bununla da yetinmeyip piyasanın bu sorunu çözemeyeceğini hatta zaman içinde daha da bozacağını açıklaması. Nispeten adil bir gelir dağılımının ve hızlı büyümenin tarihin gelip geçici bir aralığı olduğunu kapsamlı verilerle ortaya koyması çok önemli.
Bütün bunlara karşın, 20. yüzyılda kapitalizmin genel çizgisinden neden sapıldığı bence çok açık değil. Piketty bu sapmayı esas olarak dünya savaşlarının ve Büyük Depresyonun yol açtığı şoklara bağlıyor. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve 1980’li yıllarda sonra eren dönemi esas olarak siyasi değil ekonomik değişkenlerle açıklamaya çalışıyor. Oysa aynı dönemde bir de Sovyet Devrimi yaşanmıştı. Bu devrimin sonuçta başarısız olması, dünyada yarattığı büyük heyecanı ve korkuyu dikkate almamayı gerektirmiyor.
1910’lu yılarda başlayıp 1980’li yıllarda sona eren ve görece adil gelir dağılımı, sosyal devlet, orta sınıfın doğuşu, hızlı ekonomik büyüme, servetin vergilendirilmesi gibi özellikleri vurgulanan dönem tam da Sovyetler Birliğinin var olduğu ve bir alternatif olarak görülmesinden korkulduğu yılları, 1917-1989 arasını, kapsıyor. Kapitalizmin işleyişinde böyle büyük bir değişime gitmenin arkasındaki en önemli neden bu korku olabilir.
Nitekim Piketty kitabın bir yerinde Malthus’un ünlü nüfus teorisinin arkasında Fransız İhtilalinin İngiltere’de yol açtığı dehşetin yattığını yazıyor. 1910’lar-1980’ler parantezinin arkasında da Ekim Devriminin yol açtığı dehşeti aramak daha doğru gibi görünüyor.
Küresel vergi sistemi
Piketty 21. yüzyılda bu duruma çözüm olarak sosyal devletin yenilenmesini öneriyor. Yakın geçmişin sosyal devlet uygulamalarında birçok sorunu ortaya çıkardığının farkında olarak, yeni kurumlar ve yeni mülkiyet biçimlerinin geliştirilmesini gerekli görüyor. Ancak sosyal devletin görev alanının genişlediğini, eğitim, sağlık, emeklilik gibi konulara çevre, barınma gibilerinin eklendiğini de belirtiyor.
Bütün bunların maliyetinin karşılanmasının tek yolu vergi almak. Piketty artan oranlı gelir vergisiyle üst gelir gruplarından yüksek düzeyde vergi almaktan yana. En üst gelir diliminin vergi oranının yüzde 80’in üzerine çıkarılmasını gerekli görüyor. Ayrıca veraset ve intikal vergileri başta olmak üzere servet üzerinden yeniden vergi alınmasını ve servet arttıkça vergi oranının artmasını da savunuyor. Bununla da yetinmiyor, servet üzerinden bir kereye mahsus olmak üzere ağır bir vergi alınmasının da gerekebileceğini söylüyor.
Ancak günümüzdeki neoliberal küreselleşme (Piketty buna servete dayalı küreselleşme diyor) tam tersine, vergileri düşürerek sermayeyi ülkeye çekmeye dayalı bir model. Böyle bir dünyada hiçbir ülke sermayeyi vergilendirmeye cesaret edemez. Piketty bunun zor olduğunu kabul ediyor ama başka çare olmadığı görüşünde. Tüm dünyada olmasa bile Avrupa Birliği gibi geniş bir bölgede bunun uygulanabileceğini düşünüyor. Zaten bu dediği yapılmazsa Avrupa Birliğinin varlığını sürdüremeyeceği kanısında.
Piketty, çok da umutlu olmamakla birlikte, sermayeden küresel bir vergi almanın zorunlu olduğunu aksi takdirde ülkelerde korumacı politikaların öne çıkacağını, toplumsal huzursuzlukların doğacağını, kapitalizmin sürdürülemeyeceğini söylüyor. Serveti vergiye ve kurallara bağlayarak, kapitalizmin kontrolünü ele geçirmeliyiz diyor.
Peki, kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bir dünyada, küresel düzeyde siyasal birlik kurmak ya da en azından uzlaşmaya dayalı, demokratik yönetim biçimleri oluşturmak mümkün mü? Piketty bu soruya evet diyor, hayatın buna zorlayacağına inanıyor. Kapitalizmin dışında bir ekonomik model aramaya niyeti yok.
Aslında Piketty “ekonomi bilimi” yerine “ekonomi politik” terimini kullanmayı tercih eden bir iktisatçı. Ekonominin öteki bilimlerden farklı olarak siyasi ve ahlaki hedefleri olduğunu düşünüyor. Buna rağmen çözümünü kapitalizm içinde düzenlemelerle sınırlıyor. Bu yüzden bu “kapital”in bir “manifesto”su olmayacak.
Yine de kendi hesabıma bu kitaptan, tabii ki “asıl” Kapital kadar değil ama örneğin Baran ve Sweezy’nin “Tekelci Kapitalizm”i kadar etkilendiğimi söylemeliyim. (BD/AS)
* “Capital in the Twenty-First Century”, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, Thomas Piketty, Çev. Hande Koçak, 768 sayfa, 2014.