Bir Dünya Kupasını daha geride bırakırken, bende yine "Bir dört yıl daha nasıl bekleyeceğiz, daha çok var'' düşüncesi hakim.
"Eski Dünya Kupaları çok başkaydı, o eski tadı yok" diye kendimce sayıklasam da adı üstünde, Dünya Kupası bu.
Çocukluğumdan bugüne nerede, nasıl, ne zaman olursa olsun, dünyayı durdurup en olmadık yerde bile televizyon başına geçtiğim bir futbol şöleni. Yazlık bakkalda, gittiğim düğünde, köy kahvesinde, toplantıda, yemekte her yerde...
Yine de eski maçların havası heyecanı yok gibi. Bunun adı eskinin yıldızlara dayalı, daha tempolu, daha bol gollü renkli maçlarına özlem ise evet, futbolla yaşayan bir futbolsever olarak, eski Dünya Kupaları çok başkaydı görüşündeyim.
Güney Afrika gerçek gündemine dönüyor
FIFA 2010 Dünya Kupası'na ev sahipliği yapma hakkını Güney Afrika'nın kazandığı anons edildiğinde, sanırım en çok sevinenlerden biri Nelson Mandela olmuştu. Bu Güney Afrika için önemli bir başarıydı.
Şu günlerde Güney Afrika, gerçek gündemine dönüyor olmalı. Yoksulluk, salgın hastalıklar, az gelişmişlik gibi pek çok temel soruna sahip bir ülkenin böyle bir organizasyona bu kadar büyük yatırımları yapması dikkat çekse de alışılmış ülkelerin ev sahipliğindense 2010 Dünya Kupası'nın Güney Afrika'da yapılması benim için güzel hatırlanacak ayrıntılardan biriydi.
Afrika kıtasından altı takımın katılımıyla gerçekleştirilen Dünya Kupası'nda, bu ülkelerden bazılarının üst turlara çıkıp başarılı olmaları, bu turnuvaya yakışacaktı. Ancak Gana biraz ön plana çıksa da Güney Afrika, Nijerya, Kamerun, Fildişi Sahilleri ve Cezayir takımları turnuvaya erken veda ettiler. Özellikle Gana ve Kamerun'un kendi kıtalarında oynanan bu kupada daha etkin olmalarını dilerdim.
İtalya, İngiltere, Fransa gibi "favori" ülkeler, beklenenden çok erken elendiler. Tarihte en çok kupayı kazanan Brezilya ise geçmişe göre daha silik bir turnuva dönemi geçirdi.
Şampiyon İspanya
Euro 2008'in şampiyonu İspanya, 2010'da da aynı başarıyı sürdürüp final maçında Hollanda'yı uzatmaların son dört dakikasında Andres Iniesta'nın attığı golle yendi. Böylece, tarihteki ondokuzuncu Dünya Kupası'nı şampiyon olarak tamamladı.
Tarihinde ilk kez Dünya kupasını kazanan İspanya, kendi futbol tarihine en büyük başarıyı eklemiş oldu. Kupa dönemi öncesinde de takım başarısıyla, istatistikleriyle, oturmuş kadrosuyla favoriler arasında yer alan İspanya'nın bu başarısı sürpriz değil. Xavi Hernandez, Andres Iniesta, Carles Puyol, Sergio Ramos ve kritik kurtarışlarıyla kaptan Iker Casillas ön plana çıkan başarılı isimler arasındaydı.
Maradona'nın gözyaşları
Diego Armando Maradona'nın futbol efsanesiyle başına geçtiği Arjantin, favorilerimden biriydi. Futbol mantığı farklı söylese de Arjantin maçlarında efsane Maradona'yı yeniden bir Dünya Kupası'nda, saha kenarında görecek olmak bile güzel bir heyecandı. Bu heyecan da "erken finallerden biri" diye tabir edilen Arjantin-Almanya çeyrek final maçıyla son buldu.
Daha önce iki kez Almanya karşısında final maçına çıkan Maradona, bu kez teknik direktör olarak Arjantin'in başındaydı. Çeyrek finalde Almanya başarılı sistem oyunuyla dört gollü bir galibiyet alarak Arjantin'i eledi. Futbolculuğunda zaferlere alışmış Maradona'nın saha kenarındaki çaresiz halleri ve maç sonundaki göz yaşları unutulmayacak duygusal sahnelerdendi.
Vuvuzela ve ahtapot Paul
Bu Dünya Kupası sayesinde ülkemizdeki popülist köşe yazarlarının futbolla ilgileri yokken bile vuvuzela ve Ahtapot Paul gündemini köşelerinde gündemden düşürmeyip sıkça konu ettiklerine şahit olduk. Kupa dönemi geride kaldığına göre şimdi bu derin boşluğu ne şekilde dolduracaklarını merakla bekliyorum.
Bazı kadın programlarında izleyicilere dağıtılan çakma vuvuzelalar da komik yansımalardandı. Umarım Almanya'da bir akvaryumda dünyadan habersiz kendi halinde yaşayan Ahtapot Paul bundan sonraki bahis gündemlerinde yer almaz ve ileride başka hayvanların da bu tip bahislerde kahinliğe alet edilmesi son bulmuş olur.
2010'da bir ay süren böyle bir turnuvanın ardından gündemde en çok yer alan konulardan biri kahin Ahtapot Paul ve diğeri Vuvuzela iken yine eski kupa gündemlerini aramamak benim için imkansız. Ne varsa eskilerde var diyerek de 1970'lerdeki Dünya Kupası maçlarını da o yıllarda hayatta olup yaşamış olmayı ayrıca dilerdim.
Kulüplere iyi bir gösterge
Biri dünya şampiyonu, diğeri dünya üçüncüsü teknik direktörler ve ortak yönleri ikisinin de Türkiye'den gönderilmiş olmaları... Beşiktaş'ın başındayken kovmaktan beter ettiğimiz, meşhur futbol medyamızda Yeniköy Kasabı diye adlandırılan Vicente Del Bosque'nin teknik direktörü olduğu İspanya Dünya şampiyonu oldu.
Diğer tarafta ise Fenerbahçe'nin başarısız diye gönderdiği, stajyerliği ve giydiği sandaletleri medyada daha çok yer bulan, yarattığı kadro ve kurduğu başarılı sistemle dünya üçüncüsü olan Almanya teknik direktörü Joachim Löw.
İstikrarsızlığı, sabırsızlığı, teknik direktör harcamayı ilke edinmiş kulüplerimize ve yönetimlere bu kupa dönemi teknik direktörler açısından da belki iyi bir gösterge olmuştur.
"Kazanmak için gol atması lazım"
Dünya Kupasına damgasını vuran bir gündem maddesi de turnuvanın ilk maçından final maçına kadar tüm maçları canlı yayında yorumlayan Ömer Üründül oldu.
Konu aslında sadece Ömer Üründül değil, tek bir yorumcuyu tüm maçlar boyunca tek başına orada görevlendiren, alternatif bir futbol yorumcusunu finallere götürme gereğini idrak edemeyen pek başarılı TRT yönetimi. Futbol severleri ekran başında hasta edecek yorumlarla yer yer maçtan kupadan soğutan, bazen yok artık dedirtip güldüren o yorumları dinlememize vesile olanlar...
Dünya televizyonlarında Kupa 2010'un canlı yayınlarında kaç yorumcu ve sunucunun görev yaptığı düşünülürse, bizim "Çok kritik yerden korner kullanılıyor'' ya da "Kazanması için gol lazım'' benzeri eşsiz yorumlara şahit olmamız daha az şaşırtıcı olur.
"Nasıl olsa Türkiye Güney Afrika'da finallerde yok, ne gerek var fazla yorumcuya" mantığıyla kupa yayınlarının kalitesi de ancak bu kadar oldu. Son olması ve tekrarlanmaması futbolun ve izleyicilerin selameti adına içten dileğimiz.
2002 Dünya Kupası üçüncüsü Türkiye'nin 2006'dan sonra neden 2010 turnuvasında da yer almadığını, üçüncülük başarısının ardından bu düşüşün neden devam ettiğini değerlendirmek ve bunlardan ders almak da önemli bir gündem.
Aksi takdirde Avrupa ve Dünya kupalarında sadece Mesut Özil'lerle geçici sahte gururlar yaşamaya devam eder kendi kendimizi kandırmış oluruz.
Futbolda sistemin, orta sahanın gücünün ve fizik mücadelenin daha ön plana çıktığı bir turnuva yaşandı. Kulüplerinin vazgeçilmez yıldızları olan Lionel Messi, Christiano Ronaldo ve Ricardo Kaka'nın kendi ulusal takımlarında aynı performansı gösteremediler ve beklenenin çok altında kaldılar.
Dünya Kupası tarihinde toplamda en az golün atıldığı bir turnuva oldu. Sistem, koşmak, orta saha, pas yüzdesi vs gibi kavramların daha ön planda olduğu bir dönem.
Maçları izlerken ne olursa olsun eski Dünya Kupalarını sayıklamam kendimce boşuna değil. Belki futbolun ruhundan, belki eski maçların, eski formaların eski Meksika dalgalarının havasından olacak son iki turnuvadır kendimce bu düşünce mevcut.
Yine de 2010'da en iyi mücadele eden, takım futbolunu en iyi oynayan ve hakeden İspanya Dünya şampiyonu oldu.
Kupada yarı finale gelindiğinde Avrupa'dan üç takım -Almanya, Hollanda, İspanya- kaldı. Dördüncü takım Uruguay ise bu yarı finalle aslında başarılı bir performans gösterdi.
Hayalimdeki yarı finalde özlediğim Arjantin'ler Brezilya'lar olmasını beklerken 2010 Dünya Kupası sonlara doğru sanki bir Euro 2010 havasına büründü. Bu da artık yıldızlara dayalı göze hoş gelen Güney Amerika futbolu yerine sistemli takım oyununun hâkim olduğu Avrupa futbolunun öne çıktığının bir göstergesiydi.
19. Dünya Kupası da geride kaldı ve kupa tarihinin sayfalarına yazıldı. Simdi hevesle 2014 FIFA Dünya Kupası Brezilya'yı bekleyeceğiz. (BB)