Sonbahardan sonra ağaçlar
Hep duman açar Ankara’da
Saksılarda yeşil bir yalnızlık
Uzayıp gider ev tutsaklığında
Kış boyu rüzgârsız ve çiçeksiz
Ne gün kalır güneşin yüreğinde
Ne şafak ne sabah
Kar altında dilsiz ve sessiz
Bir tohum gibi bekler baharı
Taş üstünde topraksız çaresiz*
Ankara’da 10 Ekim’de 101 insanın öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı, kiminin vücudunun uzuvlarını kiminin de görme, işitme yetisini kaybettiği saldırının üzerinden bir yıl geçmiş; o çaresiz çığlığın…
Zaman acıları soğutur derler ama ne soğuması ne de unutması mümkün. Unutmamak yalnız gideni hatırlamak değil, daha adaletli bir dünyanın kurulabilmesi için de geçerli. Çünkü toplumsal bellek ve vicdan demokrasi kültürünün gelişebilmesinde en önemli etkendir.
Unutmamak, görev başına gelenler her türlü yetkiyi kendinde görür de hukuku boş verirse, görevini yapmaz veya ihmal ederse bunu onlara hatırlatmak anlamını da taşımalı: Ortalıkta bunca riyakârlık, samimiyetsizlik, adaletsizlik, kötülük, yalan varken…
“Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi”, ülkenin Suriye’deki savaşa çekilmeye çalışılmasına, Güneydoğu’da pek çok insanın öldüğü çatışmalara; yani savaşa karşı barışı dillendirmek için yapılmak istenmişti.
10 Ekim saldırısının siyaseten sorumluluğunu hiç kimse üstlenmedi. Oysaki saldırı benzerleri gibi siyasî iktidarın Suriye politikasının sonuçlarından biriydi. Hem siyaseten sorumluluğunu üstlenen olmadı hem de güvenlik zafiyetlerinin sorumluluğunu… Saldırı meydana geldikten sonraki “gariplikler” ise kayıtlara geçmişti.
Gar meydanındaki o kanlı saldırının ardından yaralılara yardım eden insanların oradan uzaklaştırılması için gazla, tazyikli suyla müdahale edilmesini ve “süpürün” talimatı veren İl Emniyet Müdürünü nasıl unutabiliriz ki? Veyahut “Mağdur duruma düşülmesi için saldırının mitingi düzenleyenler tarafından yapıldığını” ima edeni.
Başsavcılığın yazılı açıklamasında “IŞİD’in işi” olarak ifade edilen saldırı için “Kokteyl terörün’ hedefiyiz” diyeni de oldu mesela, “IŞİD yaptı” denmesine kızıp saldırının arkasında “Muhaberat ve PYD de var” diyeni de.
Başkent’in göbeğinde gerçekleşen kanlı saldırıdan sonra “istifa” dile getirildiğinde ise “güvenlik zafiyeti olmadığı” gerekçesiyle en küçük bir sorumluluğu kabul etmeyen emniyet müdürünü de gördük ama en çok o an kinayeli bir şekilde gülümseyen adalet bakanı unutturmadı kendini.
Türkiye – İzlanda maçından önce tribünlerde 10 Ekim’de ölenlerin anısına durulan saygı duruşunu tekbir getirerek ıslıkla yuhalayanlar da işte orada.
Katliamlar, ölümler, acılar, gözyaşları, çaresizlikler… Talimatlar, tutumlar, kızgınlıklar, dezenformasyonlar, pişkinlikler, yuhalamalar, nefret söylemleri vs. Hiçbirini unutmadık!
Unutamadığımız diğer konu ise Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş’ın haberleştirdiği müfettiş raporuydu. O rapora göre, “patlamadan 25 gün önce IŞİD’in mitinglerde canlı bomba ile saldıracağı bilgisinin” ilgili birimlere iletilmediği tespit edilmişti. Ancak hakkında soruşturma izni istenen il emniyet müdürü de dâhil diğer güvenlik, istihbarat görevlilerinin soruşturulmasına Valilik tarafından izin verilmemişti.
Raporun ortaya çıkmasından bir süre sonra mağdur aileler ve avukatları “görevi kötüye kullanmaktan” kamu görevlileri hakkında bulunduğu suç duyurusuna ise Savcılık takipsizlik kararı vermişti. İkinci duyuru “Valilik tarafından soruşturmaya izin verilmediği” gerekçesiyle işleme konulmamıştı.
“İhmal” ya da “değişik saikler” bunlarla sınırlı değildi. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarının emrini verdiği ortaya çıkan IŞİD’in “Türkiye şeyhi” Hatay doğumlu İlhami Balı’nın 2002’den beri istihbarat birimlerinin takibinde olduğu anlaşıldı.
Mağdur olan insanlardı, devlet görmek istemedi. Ve İçişleri Bakanlığı dava masraflarının da ailelerden istenmesini talep etti. Meğer olay “katliam değilmiş.”
Avukatlara davalar açıldı, saldırıda hayatını kaybeden bir genç kadının babası Cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla tutuklandı, katliamı lanetleyen bildiri dağıtanlara cezalar verildi, cenazeye katılanlar tutuklandı.
10 Ekim davası Kasım ayında görülmeye başlanacak başlanmasına ama adalet… O mahkemeden adalet çıkacak mı mesele o.
“Hiçbirimizin zaten maddi beklentisi olmadı. Bizim beklentimiz sorumluların hesap vermesidir” diyor, patlamada bacağının birini kaybeden 25 yaşındaki Cafer Altun.
Yaşamak direnmek
Unutulmayan başka şeyler de var: Bir bacağını kaybeden Cafer Altun’a protez alınması için emekçi insanlar tarafından kampanya başlatılmıştı. Katledilen demiryolu emekçisi Nevzat Sayan anısına sanat atölyesi kurulması, Gülhan ve Yılmaz Elmascan çiftinin adına Çiğli’de kütüphane açılması, hayatını kaybedenler için belgesel çalışmaları bir dayanışma örneği oldu aynı zamanda.
10 Ekim’i demokrasiyi, adaleti, emeği ve barışı dillendirmek isterken katledilen o güzel insanların hatırası ve daha da fazlası, daha iyi bir dünyaya olan inancımızdan ötürü unutmayalım.
Patlatılan bombaların, sürdürülen savaşın; yaşanan iş cinayetlerinin, çocuk ölümlerinin, kadın ölümlerinin durması; kültürlerin, farklı dillerin, farklı renklerin yok olmaması için unutmayalım.
İnatla haykıralım demokrasi diye. Barış, eşitlik, kardeşlik diye. Madem bu, ekmek ve hürriyet kavgası… Yani onurlu bir yaşam mücadelesi… Yine türküler söyleyelim, sevda türküleri… Halaylar çekelim… Ölümü değil yaşamı çoğaltalım. İllâki bir anayasamız olacaksa, şairin dediği gibi bu savaşlara, yoksulluklara, yasaklara ve bin bir belaya karşın yaşamak olsun: Yaşamak ve direnmek!..
Hani diyor ya, ömrü sürgünlerde geçen ve mahpusa düşüp de orayı bile okula çeviren, duvarın arkasındaki dışarıyla yaşayan bir başka şâir “Kararmasın yeter ki / Sol memenin altındaki cevahir!”, işte öyle.
* Adnan Yücel’in “Kuş Mitingi” şiirinden