Keman eğitimine küçük yaşlarda başladı. Ailesinde müzisyen yoktu ama klasik müziğe tutkusunun çocukluğunda ailesiyle gittiği konserlerle başladığını söylüyor. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından İsviçre’ye gitti. Orada Pierre Amoyal, Sergey Ostrovsky gibi ünlü keman virtüözleriyle çalıştı: Deniz Toygür Conus…
6. Uluslararası Alman ve Avusturya Müzik Yarışması’nda birincilik, 2. Ulusal Gülden Turalı Keman Yarışması’nda ikincilik ödülüne layık görülen genç keman sanatçısı, yurtdışında ve Türkiye’de birçok orkestrayla çaldı. Ama hiç kuşku yok ki, “Benim için çok önemli bir dönüm noktası” dediği “Doğu Batı Divanı Orkestrası”na seçilmesi müzik yaşamında onu farklı bir noktaya taşıdı.
Filistinli düşünür Edward Said ile dünyaca tanınan orkestra şefi Daniel Barenboim tarafından dünya barışına katkı sağlamak amacıyla Türkiye, Mısır, Ürdün, İsrail, Lübnan, Suriye gibi toplamda 17 ülkeden müzisyenlerin bir araya gelmesiyle kurulan Doğu Batı Divanı Orkestrası’nı şöyle tanımlıyor Deniz Toygür:
“Şu an kanlı bıçaklı, birbirine girmek üzere olan birçok ülkeden pek çok müzisyen bütün bunları bir kenara koyarak gelmişiz ve burada müzik yapıyoruz. Yıkıcı ve birbirini acıtacak sözler değil tamamen sesler, notalar, müzik… Yani ortak, evrensel bir dil konuşuyor. Bu sayede konserlerde binlerce kişiye seslenmiş oluyoruz.”
"İsviçre’de parmağından kısa bir rahatsızlık süreci yaşayan kemancı kariyerine geçen yıl ilk defa bir ilçe belediyesinin sanatçılara kadro açarak hayata geçirdiği Karşıyaka Oda Orkestrası’nın (KODA) başkemancısı olarak devam ediyor."
KODA’da çalmanın büyük bir keyif olduğunu söyleyen Toygür’ün; eşi ve caz müziği eğitmeni Valentin Conus, piyanist Lauma Skride ile kurdukları “Contrast Trio” diye bir oda müziği grupları da var.
Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’ndeki konserinin ardından bir araya geldiğimiz kemancıyla İsviçre’ye gidişi, Doğu Batı Divanı Orkestrası’na girişi, KODA’daki başkemancılık görevi ve son konseri üzerine konuştuk.
Belki çok klişe bir soru olacak ama her müzisyene sorulur: Müziğe nasıl başladınız?
Bu soruyu çok duydum ama çok güzel cevaplarım var. Ben aslında 11 yaşında kemana başladım. O yaşlarda kemancı değil belki ama müzisyen olmayı kendiliğimden istedim. “Lütfen beni müzisyen yapın” diye aileme baskı yaptım. Öncesinde ise aile ortamlarında şarkılar söylerdim, gitar çalardım.
11 yaşımdı sanırım; ailem, beni konservatuvara gönderin dedim. Sağolsun beni her fikrimde destekleyen bir ailem var. Tabii ailem uzun uzun anlatmıştı bunun zorluklarını. Ben de “bütün riskleri üstleniyorum, bana destek olun” demiştim.
Şimdi tekrar düşündüğümde 11 yaşında bir çocuğun bu isteğine nasıl destek oldular bilmiyorum ama galiba ikna edebilmiştim onları.
Bilkent Üniversitesi’nin sınavına girdim. O zamanlar aklımda belli bir enstrüman yoktu. Sadece müzik yapmaktı istediğim. Piyanoyu çok severdim ama pahalı olacağı için eve piyano almamız zor olabilir diye düşünüldü. Çünkü keman maddî anlamda daha uygunmuş gibi bir algı vardı. Sonra öyle olmadığını anlamıştık ama ben kemana başlamıştım.
Yaylı çalgıların içinden kemanı tercih etmeniz nasıl oldu?
Az önce saydığım nedenlerle piyanoyu seçemediğim için “Acaba viyola mı çalsan?” demişti yakın çevrem. Çünkü viyolacıların geleceğinin çok parlak, orkestrada diğer çalgılara göre daha fazla olduğu ama iyi viyolacının olmadığı söylenmişti. Sonra ellerime baktılar.
Ellerim çok da büyük olmadığı için viyola değil, kemanla başlamış oldum. Öyle kemana çok düşkünlüğüm yoktu ama çalıştıkça çok sevdim ve bir daha bırakamadım.
Peki, neden başka bir müzik türü değil de klasik müzik?
Ailem aslen İzmirli. Ama babamın görevi nedeniyle Ankara’da bulunduk uzun bir süre. Ben de orada doğup büyüdüm, İsviçre’ye gidene kadar. Ankara’da bir aile dostumuz sürekli Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerine bilet alır ve her hafta konserlere gidilirdi ailecek. Ben o zamanlar 4 yaşlarında filandım. Konserlerde ilk yarıyı şok içinde dinler, ikinci yarı ise uyurdum. (Gülüyor) Ama öyle ki bu konserlerde ciddi bir kulak dolgunluğu olduğunu zannediyorum.
Bilkent Üniversitesi, müzik eğitimi anlamında size neler kazandırdı?
O konuda Türkiye’de gerçekten çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü Sovyetler Birliği’nden gelen birçok önemli hoca Bilkent’teydi. Parantez içinde belirtmek gerekirse, o sıralar devlet konservatuvarlarında bu imkâna sahip olmayan birçok insan vardı.
Bilkent Senfoni Orkestrası’nın (BSO) ikinci keman grup şefi Feruza Abdullaeva orada hocam oldu. Şansım şuydu ki, birçok insan iki yılda bir hoca değiştirirken ben lisansım da dâhil, mezun olana kadar Feruza hoca ile çalıştım. Bunun dışında Bilkent’te okumanın en güzel yanlarından biri her hafta düzenli konserlerin olmasıydı. Çünkü BSO’nun bütün konserlerine hattâ provalarına ücretsiz girebiliyorduk.
Oradaki müzisyenlerle iletişiminiz olur muydu?
Hocamın ikinci keman grup şefi olması dolayısıyla örneğin bir eser hazırladığım zaman gidip oradaki müzisyenlere kolayca dinletirdik. Belli bir seviyeye geldikten sonra keman hocam, gelen yabancı solistlerle de tanıştırdı ve onlar da dinlemeye başlamıştı beni.
İsviçre’de ilk hocam olan Pierre Amoyal ile bağlantım da burada kuruldu. Pierre Amoyal, bir gün solist olarak konser vermeye geldiğinde ona kuliste kısa bir eser çalmıştım. O da beğenince beni İsviçre’ye davet etmişti. BSO’nun çok iyi bir orkestra olması ve oraya önemli solistlerin gelmesi bulunmaz bir velinimet oldu benim için.
“Amoyal çok sert bir hocaydı”
Lisans eğitiminden sonra İsviçre’ye gittiniz ve orada önemli eğitim kurumlarından lisansüstü solist ve konser diplomaları aldınız. Müzisyenlik, özelinde çok önemli bir disiplin olan klasik müzik, uzun bir hazırlık ve eğitim sürecini gerektiriyor. Hiç karamsarlığa düştüğünüz oldu mu? Veya bu süreçte sizi motive eden neydi?
Bilkent’te çok iyi bir müzik eğitimi almama rağmen Avrupa’ya gidince tabiri caizse her müzisyen gibi yüzüne bir tokat yiyorsun, çünkü sonuçta bu Batı’nın müziği. Avrupalılar çok küçük yaşlardan itibaren klasik müzik anlamında elverişli bir çevre içinde büyüyorlar. Nereye adım atsalar etraflarında o müzik var. Bizde nasıl mesela her insanın türkülere kulak dolgunluğu varsa onların da klasik müziğin en kaliteli, stil çerçevesinde en iyi yapılmış versiyonu her zaman çevrelerinde. O yüzden en beğenmediğiniz müzisyen bile çok farklı bir kültürle çalıyor. İlk şoku bu şekilde bir yaşıyorsunuz.
Her kadar eğitim alsanız da sonuçta enstrümanınızı orada değil de Türkiye’de öğrendiğinizi hissediyorsunuz. Bir de hani Pierre Amoyal’den bahsediyorum, oradan ilk diplomamı aldığımdan… Ama ilk yıllarda çok memnun kaldığım da söylenemez. Çünkü Türkiye’de 9 yıl beni bir anne şefkatiyle sarıp sarmalamış bir hocadan sonra biraz Fransız milliyetçisi bir hocayla çalışmak zorlamıştı açıkçası. Örneğin 15 dakika ders verir, gerisini sizden yapmanızı isterdi. Bu yüzden ilk iki yılım çok zor geçti.
Bu günlerde yine Feruza hoca destek verdi diyebilirim. Beni arar kendime güvenmem gerektiğini söylerdi. Zorlu geçen iki yıldan sonra hiçbir şey beni deviremedi.
Amoyal’in böyle bir etkisi oldu yaşamıma. Zira kendisi de dünyaca ünlü keman virtüözü Jascha Heifetz’in öğrencisi idi. Heifetz de çok sert bir hocaymış. İkinci hocam Sergey Ostrovsky ise Amoyal’in aksine bana güvenini açıklayan bir hoca oldu. Ostrovsky, beni bu düşüncelerle sınıfına alan insandı. O zorlu yılların ardından solist diplomasını Cenevre Konservatuarı’nda tek gören insan oldum. Sonra Cenevre’nin önemli orkestralarından birinde, Suisse Romande Orkestrası’nda sınava girerek misafir sanatçı oldum. Orada çalışmak benim için önemli bir eşik oldu.
Enstrüman eğitiminde çeşitli ekoller var; Fransız ekolü, Alman ekolü, Japon ekolü, Rus ekolü gibi. Türkiye’deki müzik eğitiminin ardından İsviçre’ye gittiğinizde oradaki eğitime uyum sağlayabilmek adına zorluk yaşadın mı?
Feruza hoca Moskova’da eğitim almış bir kemancıydı. O yüzden Rus ekolüyle başladım. Amoyal de aynı şekilde Heifetz ile çalıştığı için Rus ekolünden gelen bir müzisyendi. Ostrovsky ona keza, Rus asıllı bir İsrailliydi. Aynı ekolden gelen hocalarla çalışmak bir tesadüf eseri mi bilemiyorum ama… Tabii ki Avrupa’da Rus ekolüyle keman çalan müzisyenler yadırganabiliyor; örneğin kendi Fransız, Alman ekolleri dururken. Bu yüzden seni ilk dinlediklerinde biraz farklı gelebiliyor. Ama elbette Rus ekolü de kabul görmüş bir ekol olduğu için bir süre sonra bunu onlara da kanıtlıyorsunuz.
“Beethoven ve Brahms beni olgunlaştırdı”
Çelloda Bach’ın süitlerini çalmak önemli bir eşik olarak bilinir. Keza piyano için yine Bach’ın prelüd ve fügleri, Beethoven’in piyano sonatları öyle. Keman repertuvarı açısından düşünürsek keman için olmazsa olmaz eserler nelerdir?
Sanırım benim kemancılığımı önemli ölçüde olumlu yönde değiştiren iki besteciden biri Beethoven, diğeri de Brahms’tır diyebilirim. Beethoven’in keman sonatları inanılmaz bir repertuvar. Brahms’ın ise daha önce seslendirdiğim ikili konçertosu, sonatları çok farklı benim için. Bu eserleri öğrendikçe daha da olgunlaştığımı hissettim hep. Yani bu eserler olmazsa gerçekten olmaz. Bir de yurtdışında sınavlarda sorulan Mozart’ın konçertoları var. Yine Bach’ın partitaları önemli eserler. Bu dört besteciyi çalarsanız neredeyse hiçbir şey sormayabilirler ama tabii keman repertuvarı çok geniş.
Az önce eğitim sürecinde çalınması zorunlu olan eserlerden bahsettiniz. Peki bu dönemde çalacağınız eserleri nasıl belirliyorsunuz?
Önceden zorunlu ya da hocalarımızın önerdiği eserler vardı. O yüzden şimdi zorlanmıyorum değil eser seçerken. Ama tabii dinlediğiniz konserlerden, kayıtlardan duyduğunuz eserlerde ‘bu eser ne de yakışır’, ‘aslında ben bu eseri tınlatırım’ dediğin eseri çalışmaya başlıyorsun diye düşünüyorum. Daha önce pek çok eser dinlemiş, çalamamıştım. Hattâ çocukluktan içimde kalan çok eser oldu öyle. Dolayısıyla şimdi çalmayı çok istediğim o eserleri sıraya koyuyorum.
Mesela son konserimizdeki Bartok’un “Kontrast”ı bunlardan biriydi. Bu eseri 7 yıl önce Los Angeles’ta bir konserde dinlemiş ve çok beğenmiştim.
“İyi bir keman olsa kimbilir neler yapar”
Kendi ülkenizden değil ama İsviçre’de konserinizi dinleyen bir klasik müzik tutkunu size keman hediye etti? Bu nasıl oldu?
Pierre Amoyal, Bilkent’te bir konserinden sonra dinleyince beni İsviçre’de bir masterclass’a davet etti. Orada ustalık sınıfında çalarken Amoyal “Diğer keman öğrencilerimizin gelip Deniz’i dinlemesi lazım. Çünkü bu kadar kötü bir kemanla böyle güzel sesler çıkarabiliyor olması çok önemli bir şey. Elinde iyi bir keman olsa kim bilir neler yapar” dedi.
Ben o zaman fark etmiştim çok da iyi bir kemanla çalmadığımı ki, o kemanımın da çok ilginç bir hikâyesi var. 11 yaşında başladığımda biraz iri bir çocuktum. Viyola vermemişlerdi belki ama o yaştakilere daha küçük kemanlar vermelerine rağmen beni ‘tam keman’ ile başlatmışlardı.
Hemen bir keman da alamamıştık. Bilkent’ten bir keman vermişler ve o güne dek o kemanı kullanmıştım. Her neyse… Ustalık sınıfındaki ders bittikten sonra hocam yanıma geldi; bir dinleyicinin bana keman almak istediğini ifade etti. Sanırım o dinleyici kendi çocukluğunu bende görmüş. İsviçre’de yaşayan bir Güney Afrikalı idi kendisi. Kimliğinin bile açıklanmasını istemeyen o müzik tutkunu, hocama para vermişti bana keman alınması için.
“Barenboim’e çok şey borçluyum”
"Uzun bir eğitim süreci ve yurt dışında verdiğiniz konserlerin ardından ülkeye döndüğünüzde ilk defa bir ilçe belediyesi, Karşıyaka Belediyesi tarafından Rengim Gökmen’in süpervizörlüğünde hayata geçirilen ve Oğuzhan Kavruk’un müzik danışmanı ve Teyfik Rodos’un sanat koordinatörü olduğu Hakan Şensoy’un genel müzik yönetmenliğindeki Karşıyaka Oda Orkestrası’nda (KODA) sınavı kazanarak başkemancılık görevini üstlendiniz. Biraz bu süreçten bahseder misiniz?"
2014’ün Eylül ayında eşimle Türkiye’ye dönmeye karar verdik. O zaman tabii henüz KODA yoktu. Aralık ayında böyle bir orkestra kurulmaya karar verilmiş. İsviçre’de bir işim vardı ama bir yandan aile özlemi ve belki yaşadığım yere yeniden dönme isteği ağır bastığı ki, eşim İsviçreli olmasına rağmen, evimde olmadığım hissi epeyi artmıştı. Diğer yandan da küçük bir sakatlık geçirmiştim elimden; serçe parmağımı kullanamaz duruma gelmiştim. O sırada bütün konserlerimi iptal etmek zorunda kaldım. 6-7 ay neredeyse hiç çalamadım.
Doktorlar önce ameliyat demişlerdi ki, bu benim için mesleğime devam edebilmem konusunda çok ciddi bir risk demekti. Rahatsızlığın ortaya çıktığı, yani parmağımın kilitlendiği o konserde Doğu-Batı Divanı Orkestrası ile sahnedeydim. Şef Barenboim, sonra beni fizyoterapistlere yönlendirdi. Hatta İsviçre’deki menajerini arayarak “Deniz’e çok iyi bir doktor bulun” dedi. Bulunan doktor ameliyat yerine doğal yöntemlerle tedavi önerdi. Her gün elime çamur sürüyordum mesela. Çeşitli egzersizlerle toparlayabildim. Bu yüzden Barenboim’e çok şey borçluyum.
Sakatlığım döneminde oturup çok düşünecek vaktim oldu ve niçin ben burada, İsviçre’deyim diye sorguladım. “İşte bir anda böyle bir sakatlık oluyor, çalamıyorum bile.” Elimde hiçbir şey kalmıyor ne görebildiğim ailem ne de Türkiye’deki bütün değerler. O yüzden kendi kendime dedim ki “değmiyor uzakta olmaya ve yaşam kavgasına.”
İsviçre bir de en pahalı ülkelerden biri. Kendi işimden başka işlerle belki hiç ilgilenmek zorunda kalmadım ama mesela orada çalacağımız eseri kendimizin seçebilmesi biraz daha sınırlı. Orkestrada istenilen her şeyi çalmak zorunda kalıyordum.
Kısacası orkestralar çok iyi bile olsa, beni geriye çekiyordu. Yurtdışındaki çok iyi orkestralarda bile müzisyenler her hafta onlar için kararlaştırılmış eserleri çalıyorlar, her hafta yeni bir eser… Çok zor bir tempoya girmeye başlıyorlar ve bu durumun insanın yavaş yavaş müzik aşkını öldürdüğünü düşünüyorum. Çünkü bir süre sonra heyecanınızı yitirebilirsiniz. Hani az önce sormuştun ya, çalacağın eserleri nasıl seçiyorsun diye, artık böyle seçim yapmak gibi bir şansın kalmıyor. Ne kadar az çalarsak o kadar iyi çalabiliriz diye düşünüyorum.
Tüm bu nedenlerden dolayı Türkiye’de farklı bir çevre yaratabilirim düşüncesiyle döndüm. Ve “Madem gidiyorum, o zaman hiçbir orkestraya girmeyeceğim” dedim. Çok büyük konuşmuşum meğer (gülüyor) ki, KODA için açılan sınavı kazanarak birinci kemancı olarak çalmaya başladım.
Yalnız bu orkestranın şöyle bir özelliği var: Benim daha önce hep meyilli olduğum oda müziği dalında müzik yapması. Nicelikten çok nitelik benim için daha önemli; belli bir tını, belli bir ses rengi ortaya koyabilmek…
KODA’ya insanların ilgisi nasıl?
İnanılmaz bir Karşıyakalı dinleyici kitlemiz var. Neredeyse her seferinde salon tamamen dolu oluyor. Çok büyük bir konser salonu değil belki, 450-500 kişilik bir salon ama insanlar her birimizi tanımaya başladılar. Sokakta karşılaştığımızda beğeni dileklerini ifade ediyorlar. Aramızda müthiş bir iletişim olduğunu hissediyorum.
“Damağımda kalan tat önemli”
Contrast Trio diye bir oda müziği grubunuz var. Hikmet Şimşek Sanat Merkezi’ndeki konserinizde seslendirdiğiniz eserde Beethoven’in 1 numaralı Piyanolu Trio’sunda çello yerine bariton saksafon; Bartok’un Keman-Klarinet ve Piyano için Trio’sunda da klarinet yerine alto saksafon kullanıldı. Bu fikir nasıl oluştu ve sanırım çok nadiren yapılan bir uygulama değil mi?
Bizim araştırmalarımıza göre dünyada bir ilk bile diyebilirim. Biraz garip olduğunu biliyoruz; bütün çellistler kızgın. (Gülüyor) Çellist arkadaşlarım bu soruyu sordular, illa saksafon kullanmak zorunda mıydınız diye. Biz eşimle tanıştığımızdan beri birlikte müzik yapmaktan büyük bir keyif alıyoruz.
Eşim Valentin Conus çok iyi bir saksafoncu. Şu an Yaşar Üniversitesi’nda caz müziği dalında öğretim görevlisi. Şöyle bir şey var: İlk başta keman ve saksofan üzerine ikimiz çalmak istedik ama araştırdığımızda çağdaş müzik formunda yazılmış kısa eserler çıktı karşımıza. Bunlar tabii bir konser programını doldurur uzunlukta değildi. Son olarak aramıza bir de piyanist katsak mı diye düşünürken triolarda karar kıldık. Alışılmadık bir şey oldu belki ama bir o kadar da farklı…
Yine aynı konserde Mehmet Can Özer’in belki de üçüncü dünya savaşının eşiğinde olduğumuz, sürekli acıların yaşandığı ama hiçbir şey yokmuş gibi hayatın devam ettiği bir süreçten etkiyle yazdığını söylediği “Paralize” adlı eserini seslendirdiniz. Paralize, çağdaş müzik formunda yazılmış bir eser. Barok, klasik, romantik, geç romantik dönemlere daha çok aşina olunduğu için soruyorum: Çağdaş müzik hem icra eden hem de dinleyici açısından biraz riskli. Paralize’yi seslendirirken zorlandınız mı?
Benim asıl zorlanmamın nedeni eşimin esas alanının çağdaş müzik olması. Bir de saksofon diğer enstrümanlar gibi çok eski bir enstrüman değil. Onun için o eğitimini çağdaş müzik üzerine yapmış. Dolayısıyla çağdaş müzik hakkında düşündükleri çok keskindir. Şöyle bir şey var zaten: Çağdaş müzikte yazanı tamamen çalacaksın çünkü aksi olduğunda yerine oturmuyor dişliler. O yüzden klasik müzik geleneğinden gelen biri olarak onunla çalmak en zor kısmıydı. Çünkü hiçbir yanlışımı affetmedi, her şey mükemmel olmak zorundaydı. (Gülüyor)
Bunun dışında dediğiniz gibi riskli olması tarafı çok doğru. Özellikle Valentin ile tanışmadan önce Türkiye’de bu tarz eserlerin çalınamayacağını, çalarsak insanların ilgisinin azalacağını düşünürdüm ama sonra klasik müzik, Avrupa’ya kıyasla Türkiye’de daha yeni bir şey olduğu için ki, mesela Beethoven da yeni gelebiliyor, bu yüzden insanların çok daha kucaklayıcı bakabildiklerini keşfettim.
Bu düşünceyle hem trioları, saksafonu da işin içine katarak seslendirdik hem de Mehmet Can yeni bir eser yazdı: Paralize. Sanırım dinleyiciler tarafından da beğenildi. Zaten bu tarz eserlerin sonunda damağımda kalan tadın önemine inanırım ben. Dinlerken çünkü bir melodiye eşlik edemezsin. Belki ritmini tutamazsın ama sonunda nasıl bir his kaldığı önemlidir.
Oda müziği icra etmek ile orkestrayla çalmanın farlılıkları neler? Ya da şöyle sorayım: Oda müziği klasik müzik içinde önemli bir alan ve belki de daha çok özveri gerektiriyor. Hem orkestrayla çalmanın hem de oda müziği icra etmenin avantajları veya dezavantajları neler?
Teknik olarak iyi yapılmış iki versiyon arasında çok bir fark yok. Şöyle bir şey: Oda müziğinde daha fazla özgür oluyorsun. Çünkü birbirinizin partisyonunu çok iyi biliyorsunuz, çok net duyabiliyorsunuz; orkestrada bir eser üzerine çalıştığınız süreden daha fazla çalışmanız gerekiyor. O yüzden sahnede o özel anı da kullanarak güzel bir sinerji çıkabiliyor ortaya. Orkestrada ise bu her zaman mümkün değil.
“Bir haftada Beethoven’in tüm senfonilerini öğrendim”
Filistinli düşünür Edward Said ile dünyaca tanınan orkestra şefi Daniel Barenboim’in dünya barışına katkı sağlamak amacıyla Türkiye, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Tunus, Hollanda, İspanya gibi toplamda 17 ülkeden müzisyenle 1999’da hayata geçirdikleri Doğu Batı Divanı Orkestrası’nda çalıyorsunuz. Bu orkestrayla tanışıklığın nasıl oldu ve bu felsefeyle kurulan bir orkestrada çalışmak nasıl bir duygu?
Doğu Batı Divanı Orkestrası’nda çalmak benim için önemli bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Oda müziği hocam Ori Kam, bu orkestrada viyola grup şefiydi. Şef Barenboim’e beni önereceğini söylediğinde inanamadım buna. Çünkü orkestra müthiş kayıtlar yapıyor.
Her yıl en az bin tane başvuru oluyor. Ancak bu şekilde giriliyor orkestraya. Çok ümitli değildim aslında. Diğer yandan da orkestranın bir kemancıya ihtiyacı olmuş, Beethoven’in 9 senfonisini birden seslendirecekleri turnelerinde. Kabul edildiğimde bir hafta gibi çok kısa bir süre vardı konsere. O bir hafta boyunca bütün senfonilerin keman partisini çalıştım, senfonileri kulağımda çaldım. Konser vakti geldiğinde öğrendim ki tek yeni üye benmişim kemancı olarak. Ve orkestra o 9 senfoniyi üç yıldır seslendiriyor. Herkes ezbere biliyor. Ben ise bir haftada öğrenmişim. Kalp krizi hakikaten olası yani. (Gülüyor) Bir de Barenboim orkestrasına aldığı insanı öylesine çalsın diye bırakmayan bir şef. Çalarken inanılmaz takipte. O yüzden turnede döndürdü başını, bütün senfonileri bana bakarak yönetti. Çok zor ama çok da haz veren bir konserdi. Başarıyla çıkmıştım işin içinden.
Ondan sonra orkestranın bütün turnelerine katılmaya başladım. Şunu gözlüyorum ki orkestrada herkes büyük bir istekle çalıyor. Herkes gerçekten müzik yapmaya geliyor ki, Barenboim zaten arkada öyle hiç kimseyi uyuyacak şekilde bırakmıyor. Arkada ya da önde, nerede olursanız olun sizi takip ettiğini hissettiriyor. Mesela yolunda gitmeyen bir şey olduğunda durduruyor ve bir şey söylüyor. Bir hafta sonra söylediği o şeyi hatırlıyor, yapılıp yapılmadığına bakıyor.
Divan’a hâlen devam ediyorsunuz değil mi?
Tabii, hâlihazırda mayıs ayında İstanbul’da bir konserimiz var, Birleşmiş Milletlerin kendisi için yaptırdığı bir konser. Onun dışında Fransa’da bir konser olacak.
Aynı zamanda barış felsefesiyle kurulan bir orkestra. Doğu Batı Divanı için bir sosyal sorumluluk da diyebiliriz değil mi?
Bu felsefeyle kurulmuş. Böyle olduğu için de mesela dünyanın sayılı orkestralarından Berlin Filarmoni’nin konzertmeisteri, flütçüsü, Chicago Filarmoni’nin fagotçusu geliyor çalmaya. Dolayısıyla sonra inanılmaz bir ilerleme kaydedilmiş. Diğer yandan şu an kanlı bıçaklı, birbirine girmek üzere olan birçok ülkeden pek çok müzisyen bütün bunları bir kenara koyarak gelmişiz ve burada müzik yapıyoruz. Yıkıcı ve birbirini acıtacak sözler değil tamamen sesler, notalar, müzik… Yani ortak evrensel bir dil konuşuyor. Bu sayede konserlerde binlerce kişiye seslenmiş oluyoruz.
“Notada Yazmayanlar, çocukluğum”
Pekâlâ, son olarak bir zamanlar güzel paylaşımlarda bulunduğumuz “Notada Yazmayanlar Yahoo Grubu” desem ve Memet Ali (Alabora) ve Emir (Gamsızoğlu) ağabeylerden bahsetsem…
Çocukluğum derim… Onlar benim müzisyenliğimde çok önemli adımlar atmamı sağlamış insanlar. Notada Yazmayanlar’ın çocuklar için versiyonunu İş Sanat’ta Memet Ali ve Emir Ağabeylerle yapmıştık birkaç yıl. İsviçre’deyken bile beni desteklediler; örneğin beni İstanbul’a davet ederler, birlikte, bazen konuk sanatçılarımız da olurdu, o etkinliklerde oda müziği yapardık, kemanı tanıtırdım çocuklara.
Çok keyifli yıllardı. Zaten Memet Ali ağabey Londra’ya taşınana kadar devam etti bu konserler. Yaklaşık 4 yıl bu projeyi istikrarlı bir şekilde devam ettirmiştik.
Öte yandan 13 yaşlarında takip etmeye başladığım klasik müzik dergisi Andante’de “Notada Yazmayanlar” adlı köşeyi yazardı Alabora ve Gamsızoğlu ikilisi. Her ay bu köşeyi okuyabilmek için Andante dergisini alırdım. Tabii, henüz klasik müzikle yeni yeni ilgilenmeye başlamış olduğum için içindeki yazıları o yaşlarda pek de anlamazdım ama o dergide hem hoşuma giden hem de beni bilgilendiren yazıydı onlarınki. Yıllar sonra Gülden Turalı Keman Yarışması’ndan ikincilik ödülü aldığımda o sayı sayfayı tamamen bana ayırmışlardı. Yazılarını takip ettiğim o köşeye konu olmak ve onlarla aynı sahneyi paylaşmak benim için hakikaten çok büyük bir mutluluk oldu.
Bir de “Notada Yazmayanlar Yahoo Grubu”muz vardı. Orada da epeyi bir paylaşımda bulunduk, Memet Ali ve Emir Ağabeylerle. Hattâ yeni dostlar, arkadaşlar kazandım bu vesileyle. Buradan hepsine selam göndermiş olayım. (SE/AS)