Bu gecikmiş olmakla birlikte önemli sayılabilecek bir gelişme. Ancak unutmamak gerekir ki bu tarihten önce ve sonra, AB içinde ve dışında yerel yönetimler alanında öyle gelişmeler yaşandı ki -eğer bir paralellik kurmak isteniyorsa- yalnızca yerel yönetimlerin yetki alanını genişletmekten öte bir şeyler yapmayı düşünmek de gerekli olmalı.
Yetkilerin genişletilmesi konusu ise bir amaç değil, bir sonuç. Asıl mesele, bunun nasıl olacağı.
Öncelikle yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesinin ise öncelikle merkezi yönetime karşı hesap verebilir bir konumdan yerel halka karşı hesap verebilir bir konuma' geçilmesi anlamına geldiği unutulmamalı. Türkiye'nin şu anda sahip olduğu siyasal model bir taraftan yerel yönetimleri merkezi yönetsel yapının bir alt işlevi olarak konumlandırırken, yerel yönetimleri de kendi siyasal ölçeğinde merkezi otoritenin (bazı yetkilerini devredebileceği) bir alt organı olarak tanımlıyor. Yerel yönetimler, ister yetkileri genişletilsin, ister daraltılsın, her koşulda tek özneli bir yönetim modelinin parçası.
Bu nedenle geçmişten bugüne temsil ettiği kitleler açısından bir siyasal işleve sahip olması gereken yerel yönetimler, sürekli merkezi güçlerin yönelimleriyle 'dönüştürülmek' gibi bir açmazla karşı karşıya oldular. Yerellik yalnızca bir siyasal ölçek olarak, üst birim-alt birim ilişkisi içinde algılandı.
Mevzuattaki değişim ihtiyacı ise -adına reform dense de- bugüne kadar yerel yönetimlerin kendi sorunlarını ve çözümlerini temsil etme güçlerinden değil, merkezi yönetimin yerel yönetimler adına tespit ettiği sorunlardan kaynaklandı.
Yasa değişikliği hazırlıklarında bu nedenle esas olarak merkezi otorite ile yerel yönetimlerin yetkilerinin düzenlemesine odaklanıldı. Yerel yönetimlerin yerel siyasal işlevlerine yönelik ve uluslararası normlara uygun bir mevzuat söz konusu dahi olamadı. Bugün deprem riskinin boyutları, ulaşım sorunları gibi konular nedeniyle geçmişten bir ders çıkarma zorunluluğu olsa da değişim ihtiyacı hala bu siyasal dinamiklere dayanıyor.
Bu durumu ortaya koyan en bariz örnekleri ise genellikle kriz durumları ve afet hazırlıkları konusunda yerel yönetimlerin yetki kullanma biçimleri gösterdi. Bilindiği gibi 17 Ağustos felaketinden sonra yerel yönetimlerin imar yetkileri askıya alındı. Merkezi otorite bu yetkileri üstlendi. (Bu beklenen bir durumdu.) Ancak yerel yönetimlerin yeniden yetkilendirilmesi farklı bir yapılanma biçiminde gelişmedi. Yerel yönetimler yeniden merkezi otoritenin olağan duruma geçmeyi sağlayan kendi eylem planları ve prosedürleri içinde yeniden yetkilendirildi.
Bir başka örnek: Bundan önceki Hükümet yerel yönetimler yasalarında değişikler yapmaya niyetlenmişti. Tasarılar TBMM komisyonuna geldiğinde 'yerel yönetimler reformu' adı altında sunulan değişikliğin merkezi yönetimin yerel temsilcilerinin yetkilerini artırmaya yönelik olduğu görüldü. Yasa değişikliklerini Hükümet hazırladığına göre, konuya kendisi açısından bir yaklaşım getirmesi son derece doğaldı.
Yerel yöneticiler bu değişiklik tasarılarına yetkilerinin kısıtlanacağını düşünerek tepki gösterdiler. Yerel yönetim temsilcileri kalabalık bir şekilde Ankara'ya gittiler ve 'gerekirse' dediler, 'buraya bir milyon insanı yığarız.' (Söylediklerine göre yerel yönetim çalışanları, aileleri, yakın akrabaları bir milyon kişiyi buluyormuş.)
Bu durumda sormamız gereken ilk soru herhalde şu: Yerel yönetimler sendikalar, sivil toplum üyeleri gibi kendilerini temsil eden organlar mıdır ki kendi görüşlerini temsil etmekle yetiniyorlar? Yerel yönetim deyince yerel yöneticiler, yerel yönetim bürokrasisi, yerel yönetim yapıları, yerel yönetim çalışanları, hatta çalışanların aileleri mi anlaşılıyor, yoksa hemşehriler, halk mı? Yerel yönetimlerin yasa değişiklikleri konusundaki görüşleri, kendi yararlarının temsil edilmesinden ibaret olabilir mi?
'Değişim' demek, öncelikle bu ilişkinin 'tersyüz olma hali' demek:
Bugüne kadar olan gelişmelerde görülen özellik sürekli bir biçimde mevzuatın uygulamayı düzenlemeyi hedeflemesi. Merkezi otorite, yerel yönetimleri mevzuatla düzenlemeye, işlevlendirmeye, kurumsallaştırmaya, yerel yönetimler de kendisine tanınan bu alan içinde hareket etmeye çalışıyor. Oysa değişim demek, öncelikle bu ilişkinin tersyüz edilmesi demek.
Birinci olarak bir değişimden söz etmek için değişim ihtiyacının habercisi olacak uygulamalara yerel yönetimlerin mevcut mevzuatın içinde de olsa bir ölçüde cevap verebiliyor olması, hatta 'uygulamanın mevzuatı zorluyor olabilmesi' bir gösterge.
İkinci olarak da -bunun doğal uzantısı olarak- sorunlardan ve bu değişim ihtiyacından kimin söz ettiği, değişimi kimin adına talep ettiği de başka bir önemli gösterge. Bu nedenle belki bu değişim ihtiyacını sorunu tanımlayıcı bir unsur, bir gösterge olarak da yorumlamak mümkün.
Yerleşik düzenleme dokusu içinde değişim ihtiyacı bugüne kadar yalnızca siyasal tarafların farklılığından (merkezi otorite ile yerel yönetimlerin ayrı partileri temsil etmesi) kaynaklandı. Bugünkü değişim-düzenleme ihtiyacının belki böylesine bir dinamikten kaynaklanmadığı söylenebilir. (Yasa değişikliğinden sonra sıra yerel yönetim seçimlerine gelecek.) Dolayısı ile değişim ihtiyacının yerel yönetimleri zapturapt altına alma değil -tam tersine- yerel yönetimlerle iktidarı güçlenme kaygısından kaynaklandığı varsayılabilir.
Ancak bu durumda da en tepeden inme yerel uygulamalarının genellikle yerelde iktidar partisinin yönetimde olduğu zamanlarda gerçekleştiği de unutulmamalı. Bu durum şehirleri yazboz tahtasına çevirirken, siyasal hayatımızda da 'çok aktörlü' bir yönetim modelinin oluşmasını engelliyor.
Yerel siyasetin 'yönetimci' bir zihniyete saplanması demokratik gelişmeyi tersyüz ediyor. Yerel yönetimlerin siyasetini merkezi siyasal dinamiklerin belirlemesi sonucu Türkiye'de AB ülkelerinde olduğu gibi 'çok aktörlü' bir siyasal model' gerçekleşmiyor. Öncelikli sorunlar üzerinde tarafları karşılıklı etkileşime açan bir kamusal alan, demokratik bir yerel siyasal organlaşma oluşmuyor.
Sonuç olarak: Yerel yönetimler Türkiye'deki yönetim anlayışını dönüştürmek için elverişli bir siyasal araç olabilir mi? Bugünkü halleriyle -hiç şüphesiz- hayır! (Eğer kulağımızın çok alışık olduğu "yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir" sözüne kanıp cevabımız peşin bir 'evet' olsaydı, bu konuda heveslenmeye belki de hiç imkanımız olmayacaktı.)
Merkezi yönetim, yerel bürokrasi, üniversiteler, özel sektör, hatta bir ölçüde STK'lar yerel sorunlar üzerinde söz sahibi olsa da hemşehriler, yerel halk siyasal süreçlerden dışlanmış durumda. Bugünkü durum bütün sorunları ve çelişkileri ile bir 'potansiyel' ile karşı karşıya olduğumuzu en azından düşündürüyor.
Başta STK'lar, üniversiteler, meslek odaları yerel sorunlar karşısında yalnızca kendi kamu yararı anlayışlarını, tercihlerini (yönetimlere kendi katılımlarını) ifade etmek yerine yerel halkın sorunları sahiplenme imkanlarını geliştirmeyi tercih ederlerse, yerel yönetimleri değiştirmek mümkün. (KG/EK)