Burada bulunma sebebim, Milli Eğitim Bakanlığı'nın kararı ile korumaya alınan ve okula bir hafta erken başlayan birinci sınıfları 'teyze' statümle izlemek.
O kadar uzun yıllar olmuş ki bir ilkokul kapısına gitmeyeli, yolda yürürken aklıma andımızı hatırlayıp hatırlamadığım geliyor.
Andımızı değil ama çocukça, "ant içerim" sözüne uydurulan "ağaç biçerim" kafiyesini hatırlıyorum.
Çalışkanlık, doğruluk, hele hele Türklük andımızdan çıkıp yerleşke tartışmalarına gireli nice zaman olmuş.
"Ulaş, Mahir, Deniz"ler gitmiş "Berkay, Görkem, Buse"ler gelmiş
Çocuklar bundan sonra hayatlarının sekiz yılını geçirecekleri ikinci evlerine ellerinin öbür ucunda çoğunlukla anneleriyle geliyorlar.
Çoğunun çantası yok, olanların da hevesli olduğu aşikar. Bayrak töreni havanın muhalefeti nedeniyle iptal edilmiş. Dolayısıyla, onları yeni hayatlarına başlatacak en önemli adımda duraklıyorlar diye düşünüyorum.
Gelir gelmez tanışamayacaklar, bir türlü tam ritmiyle söylemeyi beceremeyecekleri İstiklal Marşı'yla. En azından ben öyle sanıyorum...
Okulun ilk günü Milli Eğitim Bakanlığı'nın tüm açıklamalarına rağmen "aksayarak" başlıyor. Üstelik bu aksaklığın tek sorumlusu yağmur ve yağmur nedeniyle iptal edilen törenler değil.
Kayıtlar, sınıflar ve en nihayetinde bu bir haftada yapılacaklar belli olmamış hala. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yeğenim bu esnada hafif hafif huzursuzlanırken, sonradan sınıf öğretmeni olduğunu öğrendiğimiz kadın bize gelip "listeler yukarıda, bakarsınız" diyor.
Çıkıyoruz listelere bakmaya, ismimiz yok. Ama dikkat çeken başka bir şey var, değişen isimler...
Bizim zamanımızda sık rastlanan Devrim, Eylem, Ulaş, Mahir, Deniz hatta artık çok kesimce benimsenen Özgür'e hiç rastlanmıyor.
2000 doğumlu bu çocukların isimleri geçen 20 yıl içinde bir hayli değişmiş. Önce modernler göze çarpıyor, Berkay, Görkem, Buse, Atakan...
Sonra Kürtçe isimler, Jerfi, Sarya, Dicle, Baran...
Milliyetçi çağrışım yapanlar da var; Aybüke, Alperen, Doğukan gibi, İslami motiflerden beslenenler de; Nisa, Zehra, Aleyna, Beyza, Ebrar, İrem...
Bunca isim arasında bir tek Umut,Boran ve Berdan var 'solcu' izler taşıyan...
Kız öğrencilere "süslü" saç yasak
Hepimizi bir salona alıyorlar. Kartondan hazırlanmış uğur böcekleri ve çiçeklerle süslenmiş, kedi merdivenleri ile renkli hale getirilmiş bir müsamere salonu burası.
Temsil yerinde yığılı kitaplar duruyor. Bu kitaplar "çocuklara dağıtılacakmış bir hafta sonra", öyle deniyor.
Çocuklar öyle sıkılmış ki, durmak istemiyorlar yerlerinde. Daha henüz anaokulundaki yap-bozlarını bırakıp gelmiş bu çocuklara anne babaların "burası okul" demesi yetersiz kalıyor.
Burasının okul olduğunu anlatacak başka bir şeyle karşılaşmaları gerekiyor diye düşünürken, eline bir mikrofon alan müdür geliyor bize okulu tanıtmaya.
Başlıyor anlatmaya. İlk sözü "yasakla" açıyor.
Çocuklara takı yasak. Saçlarını özentili kestirmek yasak. Kızların saçlarını "yele gibi salmaları" yasak, velilere çocuklarını yağlı saçlarla okula göndermek yasak. Kızınızın saçlarına bakamıyorsanız keseceksiniz.
Müdür kızların saçlarının süslü modellerle kesilmemesi gerektiğini de anlatmak istiyor. "Süs" diyor, süs yetersiz kalıyor, "alafranga" demek istiyorum...
Ama erkeklerin saç modelini tarif etmekte usta, "parmak saça geçesiye bir santim dışarıda kalasıya". Saçlara daldırılıp teste tabii tutulacak parmak, çocuk parmağı tabii, detaycı müdürümüz...
Çünkü çocuk üşümez, çelikleşir
Sonra, yasaklara ara vererek, kurallara geçiyoruz.
"Sekiz kırk" Pazartesi günleri, İstiklal Marşı saati. Diğer günler bu saatte andımız okunacak. Sekizi kırk bir geçe gelinmeyecek. "Kırk bir"in burada maaşallahlık bir durumu yok, aksine bir ders saati dışarıda kalırsınız tehdidinin nedeni.
Bir de tavsiye, "yetişemiyorsanız erken kalkın, çocuğunuzu uykuya alıştırmayın".
Bu kadarla kalmıyor müdür, bir de istisnai durumları özetleyecek.
Yağmurda tören yok, ama kar törene engel değil. Ancak gökten lapa lapa yağdığını göreceğiz... O vakit tören iptal. Eğer onu görmezsek, 'karda çocuğumuz üşüdü' diye korkmak yok. Çünkü çocuk üşümez, çelikleşir.
Müdür anlatıyor, çocuklar anlıyorlar okulu. Bütün bunları anlatıyor müdür ki, 'Japonya'daki, Finlandiya'daki çocuklardan farkımız var' diye düşünüp es kaza hırsımızı kaybetmeyelim.
Dilimin ucuna, "Japonya'da çocuklar okula giderken yolda donup ölmüyor" demek geliyor. Burada, parmak kaldırmadan konuşamayacağımı hatırlıyorum.
Konuşma bitiyor... Gofret dağıtılmaya başlanıyor. Çocuklar tedirgin gofretlerini alırken, birisi yemek istemiyor. "Neden yemiyorsun?" sorusunun cevabı ise, bu çocuğun şimdiden kırmızı kurdele alma nedeni: "Yasak".
Okul yasası: Düzeni bozmak yasak, düzensiz beslenmek de yasak
Müdür veriyor "sınıflara" emrini... Bu sese uyan 26 numara ayaklar karışıyor birbirine. Çocuklardan önce sınıfa giriyorum. Duvara asılan yazılara bakıyorum. Yazılar arasında "okul yasası" dikkatimi çekiyor. Bakalım okul yasamızda neler varmış?
Bir, okula zamanında gelinecek, ki bunu müdür söylemişti.
Sonra, unutkanlık yok... Yasaklanmış...Düzeni bozmak, pasaklı olmak, geçimsizlik külliyen yasak...
Bir yasak da düzensiz beslenmek. Gidip öğretmeninize "annem bugün beslenme çantama patatesle ekmek koymuş" demek yok.
Eğitsel çalışma ve kollara katılmak bir zorunluluk. Herkese yetecek kadar eğitsel faaliyet bulmayı vaat ediyor okulumuz.
Çocuklardan bir istek de, kendi seslerine söz geçirmeleri. "Küçük sesle" konuşulacak, gürültü edilmeyecek. Çalışkan, temiz, terbiyeli olunacak. Görevler zamanında yapılacak...
Öğrenciler pür telaş sıralara oturuyor. Kimi 8, kimi 11, kimi 15, kimi 17 yıl sürecek bir ödevler toplamının ilk gününe, ilk ödevleri olan andımızı ezberleme zorunluluğundan kurtularak başlıyorlar... (AÖ/EZÖ)