Evin köşesinde bir kahve, kahvenin önünde mendil satan bir kadın var. Geçen durdurdu beni, -hiç adeti değildir-, “Beni yerde sürüklediler, niye öyle oldu ki?” dedi. Endişelendim ama çok da belli etmedim; “Soralım bir Belediye’ye”. O esnada Gülten Akın’ın vefat haberi düştü telefonuma. Aklıma ilk gelen o kadın oldu, “Seni şimdi kim yazacak?”
Diyarbakır’da Ziraat Bankası önünde çiftçi yardımı için bekleyenleri gördüğümde de Yaşar Kemal’i düşünmüştüm. Onların hikayesini yazacak olan da gitti.
Eğer dünyada faniler için bir ölümsüzler kontenjanı açılsa ve olmaz ya, bana sorsalar şairlerle yazarlar kalsın derdim. Onlar gidince, hikayeler öksüz oluyor.
Çünkü Gülten Akın’ı şiirlerindeki hikayelerle tanımıştım:
“Çarşılarda erkek adları söylenir kadınlar gizli
Sana kim taktı bu sorumluluğu kadınsın
Nerden aldın “olmaz”ları o “geçilmez”leri
Bir yanından –senin değil öbür yanın- geçiyorum”
Dilden dile “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya” dizesi çoğalırken, aklıma hep Kar Kar şiiri takıldı:
“Her sürmeli buzağının ardında
Bir sürmeli çocuk, ikindi
Tartışmasın kimse. İnekler damlara
Kadınlar sütlere. Bir şey söylenmesin
Her kapıda yeterince söyleniyor rüzgar
Kar kar”
1933’te Yozgat’ta doğup Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra kaymakam eşi Yaşar Cankoçak’la beraber yeniden yollara düştüğünde yıl 1956’ydı. Gevaş, Alucra, Gerze, Saray, Kumru. Yaşadığı yerleri böyle özetliyor google. Kumru’da bulunduğunu Yaşar Cankoçak’ı “Efsane kaymakam” diye anlatan anılardan da öğreniyoruz. Bütün bunları bilmeseydik de, Gülten Akın okumak, yıllarca bir yoldan bir yola gördüğü hikayelerin günlüğünü tuttuğunu anlamaya yeter.
Ama sadece öyle olmadı. Sözünü “hık” diye yutan kadınların perdesini de şiiriyle araladık.
Siyah saçlarını urgan zanneden, perçemlerini ok gibi kullananların kırılgan dünyasını yıkarak girdi hayatımıza. Hele bir gözaltına alınıverin, o saç nasıl düşman size. Bir şiir değil de, bir öğüt gibi okuyunca asla onun gibi söyleyemeyeceğimiz bir nasihatın ferahlığına kavuştuk:
“Kestim kara saçlarımı n'olacak şimdi
Bir şeycik olmadı -deneyin lütfen-
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kayısıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum”
***
Söyledikleri hayatın her durağına bir not. Dize dize ilerleyebiliriz.
“Halktan soluklar alınır” diyor, meydanlara koşanlara.
Çarşıya çıkanlara, “Dünyalık şeylere dünyanın parası gerek.”
“Şiirimiz kente yalınayak girecektir”, ümitsizlere.
Ölenlere, “büyü de baban sana idamlar alacak.”
Aidiyetsizseniz, “Dünyada Fransa diye bir ülke yokmuş da/ Fransızmışım gibi dolaşıyorum.”
Vedalaşamayanlara, “Dedem öldüğünde/Yüz sürerek ayaklarına/Vedalaşmıştı ninem”
Susamayanlara “Sözlerin bumerang gibi/döner yaralarsa seni/ağzın dilin gereksizdir/susarsın”
Aşıklara, “Sen Leyla değilsin” dedi Mecnun/kavuştuğu andı/çıldırmış sanıldı.
Anlamayanlara, “aynı dili konuşuyor/ aynı dilde konuşmuyoruz”
Ve mültecilere, “Her mültecinin içinde bir gül ağacı boylanır.”
Hangi aşka, hangi öfkeye, hangi kaygıya, hangi coşkuya dizesi yok ki? Gerçekten, okurken, okur olmak yavanlığıyla kifayetsiz kalıyor sonunda insan. Elde kitaplar, içte sızıyla soruyoruz şimdi, ya bu şiirleri ne yapalım?
Sonra, Gülten Akın gitti dostlar. Sonra, hikayemizin sesi kısıldı. Sonra Kasım geldi, şairini kehanetiyle götürdü, diyecek başka ne var ki?
“Beni sorarsan,
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi,
İçlere sarı yaseminle gül arasında
Dağların mor baharıyla
Sis arasında denizle göl arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrimden dolaşıyorum” (AÖ/ÇT)