Dinler ya da dini eğilimlerin bir araya geldiği bir şura olabilir, bir diyalog meclisi olabilir. Din ufkunu geliştirme meclisi olarak işleyebilir böyle bir yapı. Ama Diyanet İşleri'nin kurum olarak devrinin çoktan dolduğunu düşünüyorum. Belki de hiç gelmemişti. Din konusunda politikaların reforme edilmesi gerekir. Bu noktada Sünni cemaatlerini, Sünni alimleri Alevilerin muarızı olarak görmüyorum. Bir güç birliği yapılabilir. Tasavvuf bu nokta da ortak bir payda olacaktır. Dergah, tekke ve zaviyelerin serbest olmasını istiyorum. Sorun devletin din algısında düğümleniyor. Tarafların sevgili devletimizle bir masaya oturup enine boyuna bu konuyu tartışması gerekiyor.
Demokrasi Varmış Gibi
Peki Devlet Kim? Sivillerin Muhatabı kim?
Demokratik bir sistemde halka seçilmişlerden başka bir muhatap alınmaz. Böylesi bir sistemde ordu, polis vs. halkın hizmetkarlarıdır. Bu anlamda Türkiye'de, demokrasi varmış gibi yapıldığını düşünüyorum. Ama zamanla yerleşeceğine de inanıyorum.
Bu noktada askeriyenin homojen bir yapı arz ettiğin düşünmüyorum. Genelkurmayın tamamının Tuncer Kılınç'la aynı noktada olduğunu sanmıyorum. Fakat ortada bir sorun varsa bunun askeriye köşeye sıkıştırılmadan halledilebileceğine de kaniiyim. Avrupa Birliği sürecinde her şey tartışılacak. Askeriyenin konumu da konuşulacak. Ama bir TSK aleyhtarlığı ile meseleyi çözmek mümkün olmaz. Yıpratma ile hırpalama ile bu olmaz. Ama eşitler arasında bir tartışma yok ortada. Ordunun ayrı bir hukuk sistemi var örneğin ve siviller de burada yargılanabiliyor.
Açık bir tercih var ortada. Helsinki kararlarına uyacaksak askerler sivilleri yargılayamaz. Dünyanın her yerinde askeri yargı vardır. Bizdeki ise Osmanlı artığı bir durumdur. Ordunun fonksiyonu bellidir: Ülkeyi dış tehditlere karşı korumak. İç tehdit lafını ise kabul etmiyorum.
İç tehdit kavramı yaygın olarak kullanılıyor ama..
Kavram olarak yok böyle bir şey. Suçlu vardır. Sanık vardır ama bir iç düşman tanımı anlamsızdır. Vatandaşlarını düşman olarak tanımlayan herhangi bir yetkilinin demokratik bir ülkede hemen mahkemeye verilmesi gerektiğine inanıyorum.
Yine de her dönemde düşmanlar üretiliyor.
Son yirmi yıl içinde Türkiye'nin terör sorununu bastırmak için harcadığı meblağ 100 milyar dolardır. Aktif kayıp bu, pasifini bilmiyoruz. Yılların bitiremeyeceği acılardan söz ediyorum. Dolayısıyla düşman üretmenin uluslararası mekanizmalarla ilgisi vardır bunların başında da silah sanayii geliyor. Son yirmi yılın en iyi müşterilerden birisi de Türkiye.
Çözüm AB'de Değil Kendimizde
Başörtüsü Sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başörtüsüne karşı değilim. AB sürecinde konuya yaklaşmanın konuyu çözmeye yönelik bir faydası olacağını sanmıyorum. Örneğin Fransa'da, başörtüsüne karşıt bir tutum olduğu biliniyor. Çözümü kendimiz üretebilmeliyiz. İçler acısı bir manzara. Genç insanların okul kapılarından çevrilmesi.. Bu değişmeli. Yasaklar kalkmalı.
Alevilerin siyasetten dışlanmış oldukları iddiasına katılıyor
musunuz?
Aleviler derken, sekiz milyon ile yirmi beş milyon arasındaki bir insan topluluğundan bahsediyoruz. En alt rakamı baz alırsak Alevilerin genel nüfusa oranı yüzde 5 civarındadır. Meclis 550 milletvekilinden oluşur. Bugünse mecliste 8 Alevi milletvekili vardır. Çok anlam çıkarılabilecek bir rakam. Parlamentoda 550'ye karşı sekiz kişi yüzde 1.5'a tekabül eder.
Bir çok siyasi partinin ilçe teşkilatlarından başlayarak mezhep ayrımı yaptıklarına inanıyorum. Yıllar önce sol bir partide alevi bir isim genel başkan adaylığı söz konusu olunca, "aday olamam, çünkü hem Aleviyim hem Kürdüm!" Keza son İstanbul belediye seçimlerinde bir dizi adaydan biri dışında hepsi Sünniydi, CHP adayı Adnan Polat'sa Alevi. Tüm kampanya dönemi boyunca basında Polat'ın bu kimliği vurgulandı. Benim hakkımda da sürekli Alevi yazar denir. Ben sırf Alevilik üzerine yazmadım ki. Açık bir ayrımcılık var yani.
Özgürlüğü hiçbir kesim yalnız kendisi için istememelidir. Ayrımcılığa hiçbir kesim sadece kendisine karşı yapıldığında karşı çıkmamalıdır.
Bektaşilik günümüzde ne anlam ifade ediyor?
Kuralları büyük ölçüde Balım Sultan'ın (öl.1520) oluşturduğu Bektaşilik, bir tasavvuf yoludur. Tüm tasavvufi yollarda olduğu gibi temel öğesi de nefse karşı mücadeledir. Dedebabalık gibi bir kurumu herhangi bir şahıs nefs aracı yaptıysa -ki süreç onu gösteriyor- hepsini kınadığımı öncelikle söylemeliyim. Zaman zaman bütün tarikatlarda görülen bu durum bir "Yol Şaşkınlığı"nın göstergesidir.
Bektaşilerin sayısı gerçekten çok mu?
Bir tarikatta gönül vermenin ilk kriterlerinden biri ritüellerde yer almaktır. Bu bir müntesebattır. Doğu Anadolu'dan, Balkanların içine uzanan bir topluluktan söz ediyorum. Ciddi bir aktüel potansiyel yani. Bektaşilik yaşayan bir gerçekliktir.
Uzun süre padişahların kılıcını bile Mevlevi şeyhleri kuşatmıştır. Kimse de söyleyemez, ki bugün Mevlevilik devlet nazarında diğer tarikatlardan daha az makbuldür. Aksine en ziyade müsaadeye mazhar tarikat odur. Bu tarikat, tarihi süreç içinde pek çok dönemden geçmiştir. Benim özellikle vurguladığım, Yeniçerilerin yok edildiği tarih olan 1826 ile başlayan dönemdir. Bu tarihe kadar avama fazla yüz vermekle, onlara kapılarını haddinden fazla açmakla suçlanan tarikat, Tasavvuf ehli olmanın kriterlerini fazla gevşek tutmakla eleştirilmiştir. Abdülmecit dönemine kadar yer altına çekilen yol bu padişah döneminde yeniden ortaya çıkar. Bu yeniden dirilme beraberinde önemli iki eğilim ortaya çıkarır. Bektaşilerden bir grup, toplumun elit tabakasına yönelmeyi tercih ederken diğerleri geleneksel tutumu sürdürerek yol'a gelenleri toplumsal tabaka farkı gözetmeksizin kabul etmiştir.
Tanzimat ve Islahat döneminde Bektaşiliğin içine yoğun biçimde mason etkisinin girdiğini görüyoruz. Tabii yaptığım ikili sınıflamada havasa yönelmeyi tercih edenler arasında görülmüştür bu durum.
Bektaşilik ve Masonluğun elma-armut gibi olduğunu yani tamamen farklı iki dünya, iki kimlik olduğunu düşünüyorum. Konunun itikadi yanlarına girersek bu iki kurumun zıtlaştığı pek çok yön olduğunu söyleyebiliriz. Rabbani bir yolla masonluğun uzlaştırılamayacağı kanaatindeyim.
Sol ve Kutsal başlığı altında henüz olgunlaştırmadığınız düşünceleriniz olduğunu biliyoruz. Biraz ipucu verebilir misiniz?
Temel olarak seküler bir sol olamayacağı inancındayım. Çok derin bir ayrımla bunu böyle söylüyorum. Sol laik olmalıdır ama sekülerlik orijinine zıttır.
Genelde eş anlamlı kullanılan iki kavram laiklik ve sekülerlik. Fark nedir?
Laiklik herhangi bir dinin kurallarıyla toplumun yönetimini kabul etmemek anlamındadır. Ben bu anlamda laik'im. Dense ki Bektaşilikle toplum yönetilsin buna itiraz ederim. Çünkü onun böyle bir işlevi olmadığına inanırım. Sekülerlik ise çağla kayıtlı olmaktır.
Hiçbir kutsal zamana uymaz, zaman kutsala uymak zorundadır. Seküler
adam
zamana uymak zorunda olandır. Seküler olmayansa zamanı kendisine
uyması
için
zorlayandır. Bugünkü sol hareket sekülerdir. Bu ise onun en büyük
açmazıdır.
Dolayısıyla en temel dayanağı olan değiştirme ve yeniyi yaratma
iddiasını
yitirmiştir. Arşimet'in bir sözü var: Bana bir dayanak noktası
gösterin
dünyayı yerinden oynatayım. O dayanak noktası kutsaldır. Çağları aşan
bir
dayanak noktası. Ona sahip olmadan hiçbir şeyi yerinden
oynatamazsınız.
Hayatımızı anlamlandıran şeydir kutsal. Sol ve Kutsal derken ikisini
ayrı
bağlamlarda arkeolojisini yaparak irdelemek gereği vardır.
Heterodoksi -bizim için Alevilik- bu anlamda çağdaş mıdır?
Değişen Koşullarda Alevilik kitabımdaki bir makalemde (Alevilik
Çağdaşlık
mıdır?) bu konuya değinmiştim. Ben orada Aleviliğin çağdaş
olamayacağını
söyledim. Çünkü bütün inançlar çağlar üstü olmak durumundadır.
Kendini
çağlar içi olarak ifade eden bir inanç kendi temeline dinamit koymuş
demektir. Bindiği dalı kesen adam konumuna düşmüş olur. Örneğin
Vatikan
yeni bir İncil yazımı üzerinde çalışıyor, kadın erkek ilişkilerini
filan
ekliyor. Şimdi yeni bir Kur-an yazımı olsa ben buna karşı çıkarım.
Çağın
değerleriyle kayıtlamaya çalışırsanız bir inancı, onu yok edersiniz.