Bir tarafta 'İstanbul mozaiği'ni oluşturan ve modern apartmanlarda yaşayan orta sınıf, diğer tarafta bu mozaiğe hiçbir zaman dahil olmayan ve barakalarda yaşayan yoksul çingeneler. Ana yola, çarşıya, pazara gitmek için bu eski mahallenin içinden geçmek gerekiyordu. Yeni ve eski bölümleri ile bu mahallenin iki tarafında yaşayanların birbirlerinden bir şikayetleri olduğunu hatırlamıyorum.
Bu yeni konutlara yerleşenlerin her halde mahallenin eski sakinlerinden rahatsız olmaya pek haklarının olmaması gerekirdi. Zaten birbirine neredeyse bitişik olan bu iki taraf arasındaki ilişki çok sınırlıydı, hatta hiç yoktu. Yalnızca Kurban Bayramı'nda bütün komşulara et dağıtılırken, bu eski mahalledeki komşular hatırlanır ve bir tepsi içinde onlara da kalan parçalar iletilirdi. Bazen de eskilerin iletildiğini hatırlıyorum.
|
Ancak ne kadar gayret ederlerse etsinler, bir gün beklenen şey oldu. Bu modern bina projelerini gerçekleştiren banka son adımını da attı ve belediye eliyle 'mahallenin Çingenelerden temizliği' başladı. Bir gün kamyonlarla, işçilerle belediye yıkım ekipleri gelip Çingenelerin evlerini başlarına yıktı. Direnmeleri, yalvarmaları, ağlamaları fayda etmedi. Apartmanlarda yaşayanlar ise bu işe pek şaşırmadı. Nasıl olsa Çingeneler kışkışlanmaya alışıktı. Ancak mahallede dile gelmeyen bir tedirginlik hissediliyordu. Bir süre sonra apartmandaki Yahudi komşularımız da gitti. Sonra neredeyse herkes dağıldı. Sanki herkes bu eski mahalleye kısa bir süreliğine taşınmıştı.
İstanbul'un bu tarihi semtini mutenalaştırmayı hedefleyen operasyon tamamen tersine dönmüştü. Şimdi o eski mahalleden geçtiğimde "Burası benim çocukluğumun geçtiği o güzel yer mi" diye kendi kendime soruyorum.
Çingeneler giderse, yaşam biter
Bugünlerde Sulukule, Ayvansaray, Hacıhüsrev gibi İstanbul'daki çingene mahallelerinin belediye tarafından yıkımı gündeme geldiğinde, çocukluğumda tanık olduğum bu olay aklıma geldi. Artık onlara Çingene değil, 'Roman' deniyor, ama alınan yıkım ve plan kararlarına bakarsanız, gerekçeler hâlâ aynı. Onlara gene "kış kış" deniyor ve karar, ne denirse densin, 'onların ne oldukları' üzerinden açıklanıyor.
Bu defa belediye onları dayakla değil, uzlaşma ile yıllardır oturdukları mahallelerden çıkaracakmış. Seçenekler önerilecekmiş. Projeye göre bu semtlerde yaşayan insanlara kentin çevresinde yeni yerler gösterilecekmiş. Hatta gittiklerine memnun bile olacaklarmış. Ama gene de birilerinin sizin yaşamınız hakkında karar alması ve size de seçenekler sunması çok hoş bir şey olmamalı. İlk önce karar alınıyor, sonra evlerini terk etmesi amaçlanan insanlara seçenekler sunuluyor.
Bir tür kamu eliyle uygulanan bir 'gentrification' (mutenalaştırma) operasyonu ile karşı karşıyayız. Başka mahallelerde yaşayan insanların istedikleri yerde oturma, kendi evlerini tamir etme, yıkıp yapma hakları var. Ama onlar için yok. Yönetim sosyal programlar geliştirip, eğitim, şehircilik altyapısı, istihdam konularında yoksul semtlerdeki yaşam koşullarını iyileştireceğine, tepeden inme yöntemlerle karar alıyor ve burada yaşayan insanları yok sayan, ayrımcılık yapan bir şehircilik uygulamasına girişiyor.
Uzmanlar, turizmciler, siyasetçiler el ele verip, İstanbul'da 'Türk Mahalleleri'ni yaratmaya soyunuyorlar. Yalnızca bazı semtlerde yaşayan insanları değil, küçük üreticileri de karakuşi hükümlerle yerlerinden ediyorlar. Bu değişim kente ait olan bir düzenin yerini ideolojik bir dönüşümle, hayali bir düzenin alması demek. Sulukule, Hacıhüsrev gibi örnekler değil yalnızca, Topkapı İETT Garajı, Manifaturacılar Çarşısı, Süleymaniye aynı yöntemlerle ele alınıyor. Yöneticiler uzmanlar eşliğinde istedikleri yerleri gözlerine kestiriyorlar. Bu işin "tarihi çevreyi koruyoruz" diye yapılması da ayrıca uygulamayı tartışılmaz kılmaya yönelik bir baskı oluşturuyor. Sanki tarihi çevre insanlardan bağımsız korunabilirmiş gibi...
Ama olan İstanbul'a oluyor. Bu uygulama da elbette ki iyi bir sonuca ulaşmayacak. Ancak sorunların daha da katmerlenerek büyümesine ve kaynakların boş yere tüketilmesine yol açacak. Bu tür keyfi kararlar genellikle her zaman olduğu gibi, süreç içinde kuralsızlığın hakim olduğu bir sonuç yaratacak.
Oysa tam burnumuzun dibinde, ister beğenelim, ister beğenmeyelim Fatih Belediyesi tarafından, Avrupa Komisyonu'nun katkısıyla, Fener Balat'ta adım adım bir yerel iyileştirme uygulaması gerçekleştiriliyor. Bu proje semtlileri yerinden etmeden, yaşama çevresini iyileştirmeyi ve kültür mirasını korumayı hedefliyor. AB müzakere sürecinde şehirciliğin bir fiziksel mekan düzenleme işi olmadığını, sosyal bir altyapı oluşturma konusu olduğunu düşünmek için çok nedenimiz var.
Ne yapılmalı?
1. Belediye yöneticilerinin, uzmanların sosyal amaçlı dönüşümleri sağlayabilmesi için eğitilmeye ihtiyaçları var. Hala kent hayatının bu tür projelerle modernleşeceğini, gelişeceğini zannediyorlar. Yöneticiler bir karar üretmeden önce bağımsız uzmanları, STK'leri ve orada yaşayan yerel halkı karar sürecine katmalılar.
2. Profesyonel hizmet alımları nesnel koşullara bağlanmalı. Proje ilk önce hizmetin planlanmasına, halkın yaşama koşullarını iyileştirmeye yönelik bir program oluşturma projesi olmalı. Ondan sonra uygulama projeleri gündeme gelmeli.
3. Planlama kamu açısından program geliştirme işlevi olarak anlaşılmalı ve bağımsız kuruluşlara, STK'lere açılmalı. Belediye her konuda (çöp toplama dahil) her konuda çok kuruluşlu deneyimler geliştirmeli.
4. AB müzakere sürecinde belediyeler semtlileri yerinden etmeyen, insan haklarını gözeten, sosyal boyutlar içeren projeler geliştirmeli. İstanbul gibi bir kent uluslar arası deneyimlerden de istifade etmeli. (KG/TK)