Cahide'yi, Cevriye'yi ve en nihayet Anayit'i, şarkılarında susturan sokakları acımasız bulmamak mümkün müydü? Bir pazar kalabalığına karışsam, yalnızca erkek kokuları sinmiş bir labirente düşeceğim sanıyordum. Yeni şehre dair ilk izlenimlerim bunlardı. Fasulyelerin ve kayısıların nizami durduğu, konserveliğe, reçelliğe razı, boyun bükmüş hallerini göremediğim için sinirleniyordum.
Benim geldiğim şehir, gazetelerin eğlencelik verdiği kağıt evler gibi düzenliydi. Pazarları ev kadını görünümlüylü. Burada, bu her yanına yama atılmış şehirde, pazarlar beni sindiriyordu. "O halde ben de pazarlarına gitmem." Bunu kendime kızgınca telkin ettikten sonra, birden canım, eskisi kağıt helva gibi yanmış köprünün üzerinden, curcuna dolu işporta cenneti Eminönü'ne gitmek istiyordu. Orası sanki kendini açıkta alıcıya sunan Ezine peynirleri ile daha ayartıcıydı. Yalnızken insan bir şehirde, güzel bir beyaz peynirle bir kediden başka ne isterdi ki?
Tam hatırlamıyorum, ama akşam olduğuna dair güçlü bir kanım var, ayaklarımı uzatmış Galata kulesine bakıyordum. Aniden bastıran lodos öylesine sarsmıştı beni. Varsın Boğaz'ı buz tutsundu, yeter ki, bu şapsal rüzgar dursun. Nedendir bu garip havalar diye düşünüyordum. Bozkırdan çıkınca, insana denizin karası anız gibi geliyordu belki. Kışın geldiğim bu şehirde beni karşılayan ılık havanın bir aldatmaca olduğunu, rüzgarınsa baki, anlamam uzun sürmemişti. Ankara uzun bir soğuk demekti. Uzun ve bitmez görünen, evlere sığınmayı gerektiren, evlerde ilişki "tesis eden" şehir...
"En çok neyini seviyorum buranın?" Sıkça bunu soruyordum kendime. En çok geniş aralıklı, aydınlık sokaklarını seviyordum. Sonra bu sokaklar bitiveriyordu. Beklediğimin aksine hem de, sonunda geniş bir meydana, bir cami avlusuna, denize varmadan, bir duvar dibinde bitiveriyordu. Yine de nerede aydınlık görünüşlü, yakışıklı bir sokak görsem burnumu sokmaktan alamıyordum kendimi. Elimde mevsime ayak uyduramamış bir hırka ve aklımda bir oburcuk yazarın anlatımlarıyla karışlıyordum şehri.
Şehir belki bundan huzursuzdu, kim isterdi ki bu kadar yoklanmak? Belli ki huzursuzdu, hep kayboluyor ya da apayrı bir yerde buluyordum kendimi. Kendisine dair kitap sayfalarına hapsettiğim cahilliğime söyleniyordu. Yaşanmak ve tanınmak isteyen bir yerin kitap bilgisiyle sınırlanmayı kabullenmeyeceği kesindi. Ermek var, erişmek yoktu. O yüzden bendeki bu kitap bilgisini her seferinde beni başka bir sahiline çıkartmak suretiyle terbiye ediyordu.
Ben de artık elimdeki hırkayı terk eder, kitaplardan yalnızca eski yemeklerin tatlarını anımsar olmuştum. Yine de insanlara dikkatli baktığım, binalara öykü yazdığım oluyordu. Sonra yine bir sürü yol geri dönülen.
Dipçik zoruyla uyandırılmış gibiydim. O kadar yalanlamama karşın kitapları ve bilgileri aklıma sürekli bir şiir takılıyordu: "Yeni bir ülke bulamazsın." O halde niye gelmiştim ki ben bu şehre. Yeni neyi bulmaya? Kent bunlara cevap veremezdi elbet. Yedi tepeye sahip olmak yedi düvele sahip olmak gibi bir şey değildi anlaşılan. İnsanoğlu, nankörlük. Aklımı başımdan alan martı çığlıklarını umursamıyordum. Büyüktü martılar.
Bu küçülen yalnızlık içinde en iyi poğaçacının yerini öğrenmiştim. Sabahları sıcak bir kaşarlı poğaça yemekten gayrı derdim kalmamıştı.
Neden gelmiştim buraya? "İstanbul gurbeti"ne neden çıktığım sorusunu her seferinde başka yanıtlıyor, verilen cevaplar içinde yollarım hep taşranın başkenti Ankara'ya bağlanıyordu. Ankara'dan kuşbakışı bakılan bu şehir büyüktü, karmaşıktı, değişikti ama en önemlisi yeknesak değildi, vaatçiydi.
O yüzden yıllardır bir valiz kapının eşiğinde hazır bekliyor, her tren düdüğü içimde bir şeyleri kırıyor, kırılıyordum. Nem kokusu duymak istiyordum.
Hiçbir yerin yürüyüş mesafesi olmaması, şehrin bir ucundan bir ucuna 4 saatte gidememek, bir gördüğün yüzü bir daha kim bilir ne zaman göreceğini düşünmek ne kadar yoruyordu halbuki.
Bir Ankara vuslatında, "deniz ne güzel değil mi" dediler. "Bir kez bile deniz görmedim ki" dedim. Haklıydım. Görmemiştim. Koskocaman bir denizin önünden defalarca geçmiş ama bir kerecik olsun görmemiştim. Açıklara açılan sular öyle dehşet vericiydi ki. Ümitleri kaybolmuş bir yazarın anıları vardı bu sularda. Bunu bilemezdi onlar. Bunu ve buna benzer bir çok şeyi bilemezlerdi. Bilir gibi yaparlardı. Mahsusçuktan. Onların bu mahsusçuktan halleri hiç de oyun değildi. Onlar şehri terk etme cesareti gösteremeyen, kıyıya gelince ayaklarını ıslatmaktan korkanlardı. Kötüydüler, mundardılar. Eriştiğim bir ciğerdi İstanbul benim, onların erişemedikleri.
Bu küçüklüğümün şehrinden ne çabuk vazgeçmiştim. Gurbetim daha mı güzeldi? Duman altı bir şehirden geliyordum ben. Ütopyalar çağının kronik şehrinden. Eskiden çok kızdığım vakitler çıbanın başı dediğim yerden. Neyim yoktu ki orda. En azından meclis karaltısından uzaktım.
Oysa yeni gelinen şehirden de vazgeçmek öyle kolaydı ki... Sürekli dışarlıklı hissiyle yaşanan birkaç ayın ardından şehirden ilk kurtarılacaklar listeniz başucunda. Şehre bağlayan ne varsa, eski sevgili, yeni sevgili, yeni iş ve eski hayat, her neyse nesneler dünyasındaki yerlerini kaybediyordu.
Akşam rüyaları ilk günün gürültüsünden kurtulmuş bu sefer akıl almaz bir sessizliğe bürünmüştü. En sonunda, içimi bitmek bilmez korkuların, amaların, acabaların kapladığı bir gün, o bir gün ki o gün en çok bana ait olan şeyleri geri alma isteği duyduğum gündü, bu yabancı yerden nefret etmeye işte o zaman başladım. Burada öldürülecek ne zamanım ne de sabrım varmış gibi geldi. Oysa o kadar alışmıştım ki geldiğim yere de. Hiçbir vedaya fırsat kalmadan toparlanmış, otogarda bulmuştum kendimi. Sanki hiç burada zaman geçirmemiş buraya da bir şeyler bırakmamış gibi, yangından mal kaçırırcasına gidesim vardı. Nedir bu acele ve gidilen yere duyulan özlem bu denli yoğun mudur sormadan.
Gece yarısı kabusları, oğlanların kızları hep dövdüğü sokakları, kalabalık esnafı ile bu raconcu şehri bırakmak istiyordum. Elimde valizler...
Sonra ayaklarımda bir ıslaklık hissettim. Öyle oldu zannettim. İstanbul bırakmıyordu. Ayaklarımı ıslatıyor, eve dönmeye zorluyor, "evin burası" diyordu.
"Ankara Ankara". Düşündüm, Ankara'nın en iyi yanı İstanbul'a dönmesi dememek, Ankara'ya bu nankörlüğü yapmamak için bıraktım valizimi... (AÖ/KÖ)