Dünyanın iki farklı yerinde "haydi" diyerek yola çıkan iki farklı aile... Annesiyle lunaparka gitmek üzere evlerinden çıkan bir oğlan çocuğuyla, savaş nedeniyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan bir kız çocuğu.
Tülin Kozikoğlu'nun kaleme aldığı ve Hüseyin Sönmezay'ın resimlediği "Dönme Dolap", savaş, göç, yurdunu terk etmek üzerine bir yol öyküsü. İki farklı hikâyeyi takip eden çocuklar için kitap, farklı bir okuma deneyimi de sunuyor ve bu sayede empatinin gücünü bir kez daha hatırlatıyor.
"Bu öyküyü de herkes dilediği gibi okuyabilir... Mühim olan aynı sonuca varabilmemiz. Dönme Dolap'ın tüm okumaları empatiye çıkıyor. Benim için önemli olan bu."
Hikayenin kapısının önünde oluştuğunu söylüyor Kozikoğlu; "Yürümek bile mümkün değil bu şehirde. Sokakta mıyız, savaşta mı? dedim bir gün kendi kendime. Bunu söylememle birlikte yüreğim utançla doldu. Bir süredir gittiğim okullarda Türkiye'ye göç etmiş ailelerin çocuklarıyla tanışıyordum. Henüz dilini öğrenemedikleri bir ülkede var olma çabalarını gözlemliyordum. "Sokakta mıyız, savaşta mı?!" diye söylendiğimde hissettiğim o utanç duygusu, aklımı kurcalayan, içimi sıkıştıran tüm bu birikimlerin sonucuydu."
Kozikoğlu, Doğan Egmont'tan çıkan yeni kitabı "Dönme Dolap"ı anlatıyor...
"Hikâye kapımın önünde oluştu"
Göç, savaş, evini, yurdunu terk etmek zorunda kalmak gibi çocuklara anlatması zor konular var Dönme Dolap'ta. Hikâye nasıl oluştu?
Hikâye evimin kapısının önünde oluştu. Bir gün kızımla sokak kapısından çıkmamızla sokağımızın köşesini dönmemiz arasında tam dört kez kızımı uyardığımı fark ettim. Hızla gelen bir motosiklet, budanan ağaçların üstümüze düşen dalları, bir inşaat alanı ve yerdeki köpek kakası... Rahatsız olup "Yürümek bile mümkün değil bu şehirde. Sokakta mıyız, savaşta mı?" dedim kendi kendime. Bunu söylememle birlikte yüreğim utançla doldu. Çünkü "savaş" kelimesi suratıma tokat gibi çarptı. "Şikayet ettiğim şeye bak! Motosiklet, ağaç dalı, bir çukur ve köpek kakası!!! Ve savaştan bahsediyorum!" O an, orada öykü sahne sahne aktı zihnimde. Bir süredir gittiğim okullarda Türkiye'ye göç etmiş ailelerin çocuklarıyla tanışıyordum. Henüz dilini öğrenemedikleri bir ülkede var olma çabalarını gözlemliyordum. Öğretmenlerden yaşanan zorlukları dinliyor, okul bahçelerinde bekleşen mülteci ebeveynleri görüyordum. Ve tabii bir de okula gitmeyen, gidemeyen çocuklar vardı. Sokaklarda aileleriyle dilenenler... "Sokakta mıyız, savaşta mı?!" diye söylendiğimde hissettiğim o utanç duygusu, aklımı kurcalayan, içimi sıkıştıran tüm bu birikimlerin sonucuydu.
"Mühim olan aynı sonuca varabilmemiz"
Ülkelerindeki savaş nedeniyle göç eden baba ve kız çocuğunu öykü boyunca takip eden turuncu bir balık var. Bu neyi simgeliyor?
Kitabın çizeri Hüseyin Sönmezay için balık, resimlerinde bir imza gibiydi. Hüseyin'in resimlediği birçok kitapta gökyüzünde uçan balıklar görebilirsiniz. Bu kitap için Hüseyin'den örnek istediğimizde de balığı, yani imzasını kullandı. Ve gördük ki Hüseyin'in balığı bu öyküye, müthiş yakışıyor, hatta cuk oturuyor. Böylece tüm öyküde kullanmaya karar verip balığı öykünün bir kahramanı yaptık. Tüm kitaba yaydık. Evet, balık kitapta simgesel olarak önemli bir yer teşkil ediyor. Fakat balığın neyi simgelediğini söylersem bu söyleşiyi okuyanların kitabı okuma zevkini kaçırmış olmaz mıyız? Belki göç eden ailenin anılarını temsil ediyor, belki umudu... Belki benim için farklı, Hüseyin için farklı, editörümüz Keriman Güldiken için farklı bir şeyi temsil ediyor. Ben şimdi benim için neyi temsil ettiğini söylersem, herkesi kitabı benim bakış açımdan okumaya hapsetmiş olmaz mıyım? Buna hakkımız var mı? O balık belki sizin için bana temsil ettiğinden bambaşka bir şeyi simgeleyecek. Ve sizin zihninizdeki seçeneğin benim zihnimdekinden daha az "doğru" olduğunu ben dahil kimse iddia edemez. Bir matematik problemini çözerken aynı sonucu elde etmek için farklı yöntemler kullanabiliriz. Birimizin yöntemi diğerinden daha az doğru değildir ve sonuç hep aynıdır. Bu öyküyü de herkes dilediği gibi okuyabilir... Mühim olan aynı sonuca varabilmemiz. Dönme Dolap'ın tüm okumaları empatiye çıkıyor. Benim için önemli olan bu.
"Çocuğa görelik" kavramı
Empatiyi merkeze koyan bir öykü Dönme Dolap. Çocuklara hikâye yazarken empatiden yararlanmak ne kadar etkili oluyor?
Dönme Dolap empatiyi mesele edinmiş bir öykü. Ama meselesi empati olmayan öyküleri yazarken de empatiden yararlanıyoruz. Çocuklara hangi meseleyi sunuyor olduğunuzun bir önemi yok... Dürüstlük hakkında bir öykü yazıyor olabilirsiniz. Veya kıskançlık ya da sağlıklı beslenme. Çocuğa yazıyorsanız, her halükârda empati en güçlü dostunuz. Hatta çocuklara yazarken empati işin olmazsa olmazı. Çocuğun bakış açısını yakalayamayan, öyküsünde "çocuğa görelik" kavramını dikkate almayan hiçbir yazarın çocuk okuru yakalaması mümkün olamaz kanımca. Çocuğun yerine kendimizi koymayıp, üstten bakan, çocuğa yukarıdan konuşan metinler yazdığımızda maalesef okuru sadece kendi kitabımızdan değil, aynı zamanda kitap okuma alışkanlığından uzaklaştırmış oluyoruz. Dolayısıyla biz çocuk kitabı yazarlarının en büyük sorumluluğu "çocuğa görelik" kavramını ciddiye almak olduğunu düşünüyorum. Bunun da tek yolu empati.
"Gözlemlemek 'üstten bakış'ı beraberinde getiriyor"
Yazar olmak için "gözlem yeteneği"nin gerekli olduğu düşünülür. Oysa çocukları gözlemlemek yeterli değil, hatta doğru değil. Çünkü gözlemlemek "üstten bakış"ı beraberinde getiriyor. Öte yandan empati kendini tüm benliğinle karşı tarafın yerine koyma yetisidir. Onun meselesini gerçek anlamda içselleştirmeyi barındırır içinde. Çocukla aynı seviyeye inmek, göz göze gelmektir empati. Yukarıdan bakmak değil.
Kafka ve kız çocuğu
Geçen gün bir arkadaşım bir yazı yollamış. Franz Kafka bir gün bir parkta yürüyüş yaparken oyuncak bebeğini kaybettiği için ağlayan bir kız çocuğu görüyor. Bebeği birlikte aramayı teklif ediyor fakat bulamıyorlar. Kafka kızla ertesi gün aynı yerde buluşmak için sözleşiyor. Ertesi gün Kafka elinde bir mektupla geliyor. Oyuncak bebeğin ağzından yazılmış bir mektup; "Dünyayı gezmek üzere seyahate çıktım" diyor ve gittiği ilk durağı anlatıyor. Günler boyu küçük kızla buluşan Kafka, oyuncak bebekten gelen, gittiği yerleri ve yaşadıklarını anlattığı mektupları okuyor. Kız da büyük bir keyifle dinliyor oyuncak bebeğin maceralarını. Sonunda bir gün Kafka elinde bir bebekle çıkageliyor ve "Bebeğini buldum" diyor. Küçük kız "Bu benim bebeğime hiç benzemiyor" deyince, bebeğin ağzından yazılmış bir mektup daha çıkarıyor. "Seyahatlerim beni değiştirdi" yazıyor mektupta. Küçük kız ikna oluyor, bebeğine sarılıp evine götürüyor. Yıllar sonra, küçük kız büyüdüğünde bebeğin içine gizlenmiş küçük bir not buluyor. "Sevdiğin şeyler muhtemelen gün gelecek, kaybolacak. Ama sevgi illa ki başka bir şekilde seni bulacak." Şimdi bu öykü son cümleye kadar çok tatlı bir çocuk öyküsü. Fakat son cümleyi, yani ileriye dönük muhakeme gerektiren, öylesi soyut bir kavramı, bir çocuk kitabına koyduğunuz anda dizlerinin üstüne çökmüş okurunun gözlerinin içine bakarak konuşan bir yazar olmaktan çıkıp, ayağa kalkıp okuruna tepeden bakan bir yazar oluyorsunuz. Siz çocuğun meselesinden kopup yetişkin meselesine geçtiğiniz anda okurla kurduğunuz bağı koparıyor, sizi terketmesine sebep oluyorsunuz. Öte yandan empati bu bağı oya gibi işlemek için gereken gücü veriyor bize.
"Metnin ruhunu yakalayacak çizeri bulmamız 3 yıl sürdü"
Öyküyü kurgularken nelere dikkat ettiniz?
Öyle çok şeye dikkat ettim ki... Daha doğrusu, ettik ki!! Sadece ben değil, kitabın çizeri Hüseyin Sönmezay ve editörümüz Keriman Güldiken... Hep birlikte döktüğümüz teri bir bilseniz! Bu öykünün ilk taslağını 4.5 yıl önce yazdım. Metin üzerinde çalışmamız ve metnin ruhunu yakalayacak çizeri bulmamız 3 yıl sürdü. Çizimlerin yapılması ve metnin son haline gelmesi ise bunun üstüne bir buçuk yıl daha ekledi. Böylesi hassas, güncel ve sadece insanî değil, aynı zamanda siyasi boyutu olan bir konuyu bir çocuk kitabında ele almak çok zormuş. Bunu da görmüş olduk. Zihnimde sahnelerin aktığı sokaktaki o ilk andan metnin son haline gelmesi arasında kurgu kaç kez değişti! Yaşsız bir öykü olduğu için önceki soruda bahsettiğim, özellikle "çocuğa görelik" meselesini çok ciddiye aldık. Söylemek istediklerimizi hem görsel hem de metin olarak doğru ifade edebilmek için çok hassas davrandık, çok uğraştık.
Kitapta farklı iki öykü akıyor ancak iki çocuğun da yaşadıklarında benzerlikler var... Dönme Dolap farklı bir okuma deneyimi sunuyor çocuklara diyebilir miyiz?
Amacımız o; farklı bir okuma deneyimi sunmak. Umarım başarılı oluruz. Kitabın ortasına hayali bir ayna yerleştirmeye çalıştık. Umarız çocuklar o aynaya cesaretle ve şefkatle bakıp karşı tarafta gördüklerini içselleştirebilirler. Bu kitap, bir çocuğa bile, sınıfta yanında oturan mülteci arkadaşına dönüp içtenlikle "Evinde bırakmak zorunda kaldığın bir evcil hayvanın var mıydı?" diye sordurtursa, benim için tamamdır. O çocuk o güne dek "göçmen" diye bahsedilen sınıf arkadaşıyla empatiyi yakalamış demektir. Gerisi gelir.
"Çocuklar için aşinalık ve alışkanlık önemlidir"
Seri kitaplarınızla da tanınıyorsunuz. Seri veya tek bir hikâye yazmanın arasında nasıl farklar var, çocuklara hangisi daha çok ulaşıyor?
Çocuklar seri kitapları seviyor çünkü çocuklar için aşinalık ve alışkanlık önemlidir. Kendilerini güven içinde hissederler. Bu yüzden çocukların günlük hayatında rutin yaratmak önemlidir. Yemek saati, uyku saati, kitap okuma saati... Bunların bir düzen içinde ilerlemesi, hatta ritüele dönüşmesi çocuğun kendisini emniyetli ellerde hissetmesini sağlar. Çocuklar tam da bu sebeple seri kitapları seviyorlar. Kendi arkadaş grubunda, kendi okulunda, hatta kendi ailesinde gibi hissediyor tanıdık bir serinin yeni bir kitabını okurken.
Aynı rahatlık yazar için de geçerli. "Bildiğimiz sularda gezinmek" gibi düşünebiliriz seri yazmayı. Yepyeni bir temel atmamız gerekmiyor. Aynı seriye yeni öykü kurgulamak, aynı çatı altında farklı odalar kurmak gibi. Seriler de iki şekilde yazılabiliyor. Biri dilediğiniz zaman yeni bir kitap eklemek, diğeri ise en baştan tüm seriyi tasarlamak.
"İyi kitap okura ulaşıyor"
Ben ikinci yolu tercih ediyorum. Baştan serinin üst metnini, kaç kitap olacağını, her kitapta hangi kahramanlar olacağını, olay zincirlerini belirleyip her birini yazıp hazırlıyorum. Daha sonra tamamının editoryal çalışmasını yapıp tüm kitapların çizimlerinin tamamlanmasını bekliyor, sonra baskıya sokuyoruz kitapları. Büyük resmi görüp karşılaştırmalı olarak inceleyip varsa eksiğini gediğini tamamlamayı seviyorum çünkü. Böylece kitaplar arasında göndermeler, bağlantılar, paralellikler, vs. varsa detayları kaçırmamış, matematiğinde hata yapma riskini azaltmış oluyorsunuz.
Şimdi böyle anlatınca, seri yazmak çok kapsamlı ve meşakkatli, tek kitap yazmaksa yalın ve kolay gibi algılanabilir. Tek kitap yazarken de tüm bu detaylara dikkat ediyoruz. Bazen tek bir kitabın tamamlanması 8-9 kitaplık bir seri kadar vakit ve enerji alabiliyor. Çocuklara hangisi daha çok ulaşıyor sorusuna gelirsek... Kitapların çocuklara ulaşma kriteri tek kitap veya seri oluşu değil, iyi veya kötü oluşu kanımca. İyi kitap okura ulaşıyor. Bu kadar net.
"Çocukken okunan kitaplar aşı görevi görüyor"
Karantina sürecinde gerek sosyal medyadan okumalar, buluşmalar olsun gerekse de satışlar olsun çocuk kitaplarına ilgi arttı. Siz neler gözlemlediniz bu süreçte?
"Hikâye dinleme ihtiyacı" su, hava, yemek gibi bir ihtiyaç. Özellikle ruhsal sağlığımız için gerekli, en önemli yakıtlardan biri "hikâye". Çocukken okunan kitaplar aşı görevi görüyor. Öykülerde kahramanların yaşadığı olayları, kahramanların içinden geçtiği sorunları okurken, çocuk da o sorunlara karşı aşılanmış oluyor. Gerçek hayatta başına geldiğinde travmatize olmuyor. Çünkü kahramanla birlikte o yoldan, o sıkıntılardan geçmiş bir kere. Tam da bu sebeple öykülerin sağaltıcı gücü vardır. Bizi iyileştirir öyküler. Ruhumuza iyi gelir. Çocuklar aynı kitabı defalarca dinlemek ister. Çünkü onun bir yarasına iyi geliyordur o öykü. Tıpkı bir kedinin yarasını yalayarak iyileştirmesi gibi, çocuk da aynı öyküyü okuya okuya yarasını iyileştirir.
Karantina döneminde çoluk çocuk, hep birlikte öykülere sarılmamızı buna bağlıyorum ben. Sadece kitap değil, aynı zamanda dizi ve filmlerle ziyadesiyle haşır neşir olduk. Çünkü endişe yumağı halinde bir bilinmeze doğru yuvarlanıyorduk. Bu endişeye karşı ruhsal sağlığımız koruyacak bir merheme ihtiyacımız vardı. Hikâyeler merhem oldu. Benim için sadece izlemek, okumak değil, aynı zamanda hikâye yazmak da çok etkili bir psikolojik ilaç görevi gördü. Bekleyen, yarım kalmış öyküleri bitirdim. Her gün yatmadan önce anti-depresan niyetine bir doz öykü yazıldı bizim evde.
(AÖ)