Deneysel belgesel filmleri “Tülay German: Kor ve Ateş Yılları”, “Huzursuz Topraklar”, “Araf” ve video enstalasyonlarıyla tanınan sanatçı, akademisyen ve yönetmen Didem Pekün'ün, ilk uzun metrajlı belgeseli “Bazen Hep Birlikte” 43. İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptı.
Film, sadece sahnede değil, sokakta da var olabilen ve bu sayede kendi dilini oluşturan dans topluluğu Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın (ÇAK) kurucularından dansçı ve koreograf Mihran Tomasyan’ı takip ediyor.
Hem Tomasyan’ı hem İstanbul’u keşfeden performatif belgesel, sanatçının Ermeni aile tarihi ve kimliği üzerinden paylaştığı arşivler, doğaçlama koreografi ve günümüz İstanbul’unun hengâmesiyle örülü bir anlatı sunuyor.
Didem Pekün ve Mihran Tomasyan “Bazen Hep Birlikte”yi anlattı.
“Filme rengini veren aramızdaki diyalogdur”
Gösterim sonrası soru-cevapta içgüdüsel, dağınık çalıştığınızı söylediniz ve “büyük bir çamura şekil verir gibi ilerledim” dediniz. Kaç saatlik çekimlerden kurguladınız filmi? Tomasyan’ın arşiv görüntüleri ne kadar yol gösterici oldu?
Didem Pekün: Aslında dağınıktan öte içgüdüsel diyebilirim. Yolda şekillenen bir süreçti bizimki. Önce dans/müzik sahnelerini çektik. Bu çekimlere hazırlanırken ve Mihran’la düşünürken Mihran’ı daha yakından tanıma imkânım oldu; tabii onun deposunu ve arşivlerini de… Bu süreçte buradan iki iş çıkarmaya karar verdim. Biri Mihran vesilesiyle İstanbul’u anlattığımız bir ‘dün-bugün-yarın burada sanatçı olmaya dair bir film’, diğeri ise sadece dans sahnelerinden ve İstanbul’dan oluşan 5 ekranlı bir enstalasyon. Onu henüz bitirmedik ancak Haziran ayında, Berlin’de bulunan Wolfgang Tillmans’ın sanat alanı Between Bridges’da sergisi olacak.
Süreçte Mihran’ ın arşivlerinden iki tanesi kurgucumuz Eytan’la (İpeker) çok dikkatimizi çekti; biri Hrant Dink’in aile yemeğindeki görüntüleri, diğeri ise Mihran’ın yayası (babaannesi). Onların filmde kesin olmasını istedik ancak asıl yol gösteren bence benim Mihran’la sohbetlerim oldu. Düzenli olarak 2-3 saat oturduk, hem dans sahnelerinin gidişatını, hem hayat, İstanbul vs. üzerine konuştuk. Kanımca, filme rengini veren aramızdaki bu diyalogdur.
“Fay hattındaki evlerimiz”
Dans, müzik, performans sahnelerinin çekimi nasıl ilerledi? Kurgu yaparken bu sahneleri kullanmada nasıl bir denge gözettiniz? Mihran Tomasyan’a göre bir sahne ya da performans alanı için koreografi yapmakla sinema filmi için koreografi yapmanın farkı var mıydı?
Didem Pekün: Bu bahsettiğim sohbetlerde Mihran’la 3 günde çekeceğimiz bir koreografi çekimi planladık. Burada benim Mihran’a önerdiğim ‘İstanbul’da fay hattındaki evlerimiz’ teması vardı. Onun üzerine anahtar kelimelerle çalıştık, ikimiz de hazır bir kompozisyon - koreografi istemedik, zira biz bir süreç, bir paylaşım yaratmanın peşindeydik. Müzisyen arkadaşlarımız da (Elena Margarita Kakaliagou ve Berke Can Özcan) doğaçlamacı oldukları için bu metot herkese uygun geldi.
Dolayısıyla filmde ilk bu performans sahnelerini çektiğimiz üç günlük çekimimiz vardı; birinci gün birçok şey denendi, ikinci ve üçüncü günlerde artık oldukça oturmuştu müzik ve danslar. Hemhal olduk diyebilirim.
Bu sahneleri kurguladıktan sonra bunları filmdeki bölümlerin tematik sahneleri olarak filmde tekrar eden bir leitmotif olarak düşündüm ve ikinci çekimi, ana belgesel malzemesini bunlara göre planlamaya başladım. Burada da bu dans sahnelerini filme örerek filme bir metafor kattığımızı düşünüyorum. Onları çıkarırsak daha konvansiyonel formda bir belgesel kalır, biz ise katmanlar kattık…
“Kamera bir dansçı gibi”
Mihran Tomasyan: Bu sorunuz stüdyomuzdaki dans bölümleri sürecinde Didem’le sohbetlerimizin ana konularından biriydi, ben hep seyircinin gözü için çalıştığımdan dolayı burada hangi açı hangi yöne doğru koreografileri kurmam gerektiğini iyi tartmak gerekiyordu. Gösterilerimin üzerine çalışırken seyirciyi hiç dışarıda bırakmayan, aksine 4. duvarın sıklıkla kaybolduğu bazen fiziksel bazen duygusal olarak dahil oldukları, zaman kırılmaları yaratmayı severim. Hareketli kamera olmasının, kameranın performansçılara hep yakın hareket etmesinin, kameranın bir dansçı gibi diğer dansçılarla ortak bir dinamikte olması, 4. duvarı sıklıkla delmemize sebep oldu.
Ama en önemli farklardan biri ‘kurgu’dur. Çekim için belli bir koreografik skor yarattık ve anda yaratılan pek çok şeyi içimize sinerek üç günde çektik ama bu malzemelerin hepsi kurgu aşamasına gelindiğinde Eytan ve Didem tarafından tekrar tekrar kompoze edildi. Bu anlamda bu filmde gördüğünüz dans parçalarının koreografları aslında Eytan ve Didem’dir. Ve biz yaratıcı dansçı olarak yer aldık diyebilirim (gülüyor).
“Birçoğumuzun hikâyesini anlatıyor”
İstanbul’u dansla anlatan bir film daha önce yoktu sanırım. İlk fikir de bunun üzerine gelişmiş herhalde. Sonradan filmin odağına - Ermeni ailesinin kökleri ve yaşadıklarıyla 5 kuşak bir İstanbullu, deposunda biriktirdikleri, ilişkileriyle-Mihran Tomasyan nasıl oturdu?
Didem Pekün: Filmin iki başkarakteri var, Mihran ve İstanbul. Ancak ana sahne İstanbul’a ait. Çünkü Mihran’ın filmde söylediği bir şey var, ‘sanatçının yaşadığı coğrafya üretimine doğrudan etki ediyor’ diyor. Benim de Mihran’a odaklanmamdaki ilk sebep bu coğrafyada dansçı olması, her şeye rağmen koruduğu topluluk hissi ve geleceğe yönelik varoluşu. Sanatçı olarak birçoğumuzun hikâyesini anlatıyor aslında buraya dair; hep bir mikro-makro durumu var yani filmde.
Ermeni kimliği, ailesi ve ‘taşıdıkları’ yaklaştıkça tanıdığım tarafları oldu. Ve bu konuları biz sanatımız sayesinde aramızda konuştuk ve paylaştık, iyileştirici bir yönü olduğunu düşünüyorum bu konuşmanın. Dolayısıyla ekrana da bunun birazını taşıyalım istedik, alan açıyor çünkü hep birlikte iyileşmek için.
Ancak tekrar edeyim, bu filmin, dolayısıyla Mihran’ın sadece bir kesiti, Mihran’a odaklanma sebebi burasıyla kısıtlı kalmaması, asıl herkesi kucaklayan yanıdır.
“Hiç tam gidemedim”
Filmin bir diğer öznesi de İstanbul. Tomasyan’ın “Gitmeyi hiç düşünmüyorum, aksine daha da yerleşik oluyorum” gibi bir cümlesi var. İstanbul son yıllarda terk edilen bir şehir oldu. Ya da artık sevilmediği söyleniyor sürekli çevremde. Sizin hisleriniz neler İstanbulla ilgili?
Didem Pekün: Ben İstanbul’u gerçekten çok seviyorum. Öyle ki defalarca yurtdışına gitme hamlelerim oldu, senelerce oralarda yaşadım da, ama hep geri geldim, hiç tam gidemedim. Müthiş yorucu bir şehir, ancak bir tılsımı var – çok şey yaşanmış bir kent. Klişelerini seviyorum; martısı, kedisi, esnafı, vapuru ve tabii eş, dost, aile. Sevmediğim şeylerini seviyorum, yürüyemediğim kaldırımlara takılıp bana düşündürdüklerini seviyorum. Ve tabii paylaştığımız, hepimizi şekillendiren bazı acılar var ki buraya has, onların bizleri yakınlaştırdığını ve şekillendirdiğini de düşünüyorum.
Ve her şeye rağmen burada kalmak ve üretmek bu filmin çok önemli bir teması ve hatta sebebi diyebilirim, belki de beni Mihran’a çeken en önemli özelliği diyebilirim. Gitmemek, geri gelmek, kendini işe yarar hissettiği bir yerde, bir toplulukta var olmak.
“Dans İstanbul’a çok yakışıyor”
Mihran Tomasyan: İstanbullu köklerim o kadar eskiye gidiyor ki bu genetik bir aktarım gibi, bu şehrin kendi fiziksel kökleriyle birleşik hissediyorum. Ama elbette ki ailemin de İstanbul sevgisi, 90 sonlarının Beyoğlu dinamiğinin içinde büyümüş bir İstanbullu olarak burada yaşamaktan büyük keyif alıyorum. Ayrıca beni her zaman şaşırtabiliyor her anlamda kültürümün tüm parçaları buralarda bir yerde. Dansçı olarak da, dans İstanbul’a çok yakışan bir sanat dalı, ona hizmet etmeyi seviyorum.
“İyi ki sanat ve arkadaşlık var”
Denge kavramını Tomasyan sık sık dillendiriyor. Yaptığı işin, sanatının önemli bir noktası denge. Bir de Ermenilerin bu topraklarda yaşamını sürdürmede de önemli bir unsur olarak söylüyor dengeyi. Beraber dans edebilme, kapıları kapatmak yerine tam tersine yakarak ortadan kaldırmak gibi sembolik anlar var filmde. Türkiye prömiyeri de 24 Nisan haftasına denk geldi. Siz neler söylemek istersiniz, katılır mısınız?
Didem Pekün: Mihran’la biz bu konuyu çok konuştuk, düşündük ve Mihran’ın olaya yaklaşımı hiç tanımadığım ferahlıkta ve alan açıcı. ‘İnsan bu konuyu açmaya çekiniyor’ dedim ona filmde de, ama bence film sayesinde biz biraz açtık. Şakasını da yaptık. Çünkü 24 Nisan hepimizin ortak hafızası, sadece Mihran’ın, yahut sadece Ermenilerin taşıması gereken bir yük değil. Ve iyi ki sanat ve arkadaşlık var, iyileşmeye doğru alan açıyor.
"Son kertede biz kapıyı yaktık!"
Öte yandan biz bazı şeyleri çok uzatmadan ve hatta kimi zaman konuşmadan diyaloğunu kurduk. Bunlar hep çok narin dengeler, ikimizin de çok önemsediği insan ilişkileri. Ben Mihran’a hep ‘senin bir zoom out yapma becerin var’ derim, hakikaten öyle. Mesafe alıp ‘1000 yıl sonrası olmuş olsa ve artık bunu iyileştirmiş olsak’ diyebiliyor.
Ve zaten son kertede biz kapıyı yaktık, ortak paydaşımız olan yeni bir dünya tahayyülü var orada, sıkışmıyor geçmişe ve kimliğe. Başka bir dans mümkün, diyor Mihran da…
“Torunlar bu coğrafyada uyanmaya devam edecek”
Mihran Tomasyan: Sorunuza “Sar” gösterimin metniyle cevap vermek isterim;
“Fidanını seçtin, yerini beğendin, toprağını hazırladın, can suyunu verdin, sırtını dönüp yürüdün, günler geçti, belki haftalar, yağmurlar yağdı ve arada karlar, rüzgârlar esti, geldin baktın, boyu boyundaydı, belli ki tutmuştu, sonsuza uzanabilirdi kökleri, sonra bahar oldu yaz oldu güneş doğdu ay battı venüs çıktı, sen zaten öldün, torunların kim bilir nerede uyandı, gidenler oldu, gelenler başka gidenlerdi, olmadı, bir şeyler yanlış oldu, ağaç büyüdü, uzaktaki ev bir taneydi üç oldu beş taneydi beş yüz oldu, gölgesinde öldürülenler ve elbet öpüşenler, onu görmeyenler ve su verenler.
Sonra kestiler.
İyi de oldu çünkü kaldırımı daraltıyordu.
Bu gösteri dünyayı, insanlığı, dağları, yeryüzünü ve gökyüzünü yanlış anlamak üstüne kurgulanmıştır. Yukarıda bahsedilen ağaçla hiçbir alakası yoktur. Torunların nerede uyandığıyla ilgilenir.”
‘Torunların nerede uyandığıyla ilgilenir’ demişim 2015’te ürettiğim bu eserde ve hâlâ orada duruyorum. Torunlar, onların torunları ve onların torunlarının torunları bu coğrafyada uyanmaya devam edecekler. Ben de onlardan biriyim, siz de bu satırları okurken o torunun ta kendisisiniz. İki kişinin birbirini duyması anlaması yeterli, “Bazen Hep Birlikte” de böyle başlamadı mı mesela?
“ÇAK bir dönüşüm içinde”
Bu yıl Çıplak Ayaklar Kumpanyası 20. Yılını kutladı bildiğim kadarıyla. ÇAK için de güzel bir kutlama oldu diyebilir miyiz film için?
Mihran Tomasyan: Çıplak Ayaklar Kumpanyası da bir dönüşüm içinde. İyi ki. Kurumsal bir yapının çok ötesinde kendi iç insani ilişkilerin dengesiyle ilerleyen bir yapısı var hem zor hem çok güzel. 2023 yılı Kumpanya’nın 20. yılıydı ve SALT Galata’da gerçekleşen 90’lar performans sanatları sergisinde pek çok malzememizin, materyalimizin arkadaşlarımızın yan yana geldiği etkinlikler serisi yapmıştık. O süreçten çok daha önce başlayan ama 20. yılın sonrasında hızlanan bir dönüşümün tam da ortasındayız şu anda. Artık Kumpanya ile Stüdyoyu birbirinden ayırdık mesela ve çakSTÜDYO’ya yeni bir işleyiş sistemi getirdik, İznik’teki arazimizin işleyiş sistemini de keza değiştirdik ve tam da o sürecin ortasındayız. Kumpanya’nın neye evrileceğini gözlemliyor, üzerine düşünüyoruz diyebiliriz. (AÖ)