1930’lu yıllar Türkiye’sinde, sınır boylarında, Hatay, İskenderun ve çevresindeki bölgedeyiz. Büyük bir kısmı 1915 Ermeni Soykırımı ve Adana Katliamı’nın ardından bölgeyi terk etse de Ermenilerimin ekonomik ve sosyal anlamda varlıkları güçlü.
Tüm acı olaylara rağmen buraları sarıp sarmalıyorlar. Ta ki 1939’a kadar. Hatay, Türkiye’ye bağlanıyor ve o andan itibaren, hiçbir şey Ermenileri bölgede tutmaya yetmiyor.
Gazeteci – Yazar Serdar Korucu’nun Aras Yayıncılık aracılığı ile “Ahalinin Gidişi” ile birlikte okurla buluşturduğu “Sancak Düştü” tam da o günlere odaklanıyor.
Korucu, kitabında, Türkiye’nin Hatay’a veya Sancak’a dair perspektifini gazete haberleri ve köşe yazıları üzerinden kronolojik olarak ele alıyor. Dönemi anlamak ve anlatmak adına Türkiye basınını özenle tarayan yazar, kütüphaneler için eşine az rastlanır bir kaynak kitaba imza atıyor.
Kitap, "resmi tarihin yanı sıra gazetecilik açısından da eleştiri içeriyor" diyen Serdar Korucu ile söyleştik.
“Hatay adı bölgeye yeni bir tarih inşa ediyor”
Hatay mı, İskenderun mu, Antakya mı?
Bölgenin hangi isimle anılacağı ya da merkezin neresi olacağı tartışması aslında bu alanın kaderlerinden biri.
Osmanlı hâkimiyetinin son dönemlerindeki teşkilatlanmaya bakarsak bu bölge birbirinden ayrı Antakya, İskenderun ve Harim kazaları olarak Halep vilayetine bağlıydı.
Fakat Fransız yönetimi bu bölgeleri birleştirip merkezini İskenderun’a taşıyarak adını İskenderun Sancağı yaptı. Hatay ismi ise 1936 yılında yani Fransa’nın özel bir statüye sahip İskenderun Sancağı’nı Suriye’ye tüm sorumlulukları ile birlikte aktarmaya çalıştığı Bağımsızlık Anlaşması sonrasında, Mustafa Kemal tarafından türetilen bir isim.
Neden yeni bir isim yaratılıyor?
Bunu dönemi içerisindeki politika ile okumak gerekli. Çünkü Hatay adı bölgeye yeni bir tarih inşa ediyor. Bu yeni anlatıya göre bölgenin geçmişi Hititlere dayanıyor ve Hititler de zaten Türk! Böylece Hatay eski, hatta en eski Türk topraklarından biri olarak ifade edilmeye başlanıyor. Bu teori inandırıcı bulunuyor mu?
Özellikle Fransızlar açısından bunun çok da kabul edilebilir olduğunu söylemek zor. Sık sık sarkastik yazılar da yayımlanıyor. Mesela onlardan biri, Fransız gazeteci Paul du Véou’ya ait 1938’de çıkan Le Désastre d’Alexandrette (İskenderun Felaketi) kitabında yer alan Fransa’nın en köklü kültür kurumlarından Fransız Akademisi üyesi Jérôme Tharaud ve kardeşi Jean Tharaud’nun önsözünde yer alıyor: “Zaten Türkler aynı ülkenin adını değiştirdi.
İskenderun Sancağı artık İskenderun Sancağı değil, o Hatay, Hititlerin ülkesi, Türklerin beşiği. Ne inanılmaz bir hikâye!” Bu iki isim öngörüde de bulunarak, “Yarın Sancak’ta –Pardon!– Hatay’da Araplar, Ermeniler, Aleviler ve Hıristiyanlar sürgün edileceklerdir” diyor. Bu sürgün gerçekleşmeyecek fakat yönetimin değişmesi sırasında gerçekten de bir göç dalgası kendiliğinden başlayacak.
"Adana Katliamı saklanmadı"
Neden böyle bir öngörüleri var? Geçmişte, Adana Katliamı’ndan beri yaşanmış şiddet dalgası nedeniyle mi?
Evet. Tam olarak nedeni bu. Saklanan bir gerçek değil. Mesela 1936 yılının Ekim ayında, yani Ankara’nın İskenderun Sancağı politikasının en ılımlı döneminde, Ermeniler için yapılan “açılımlar” sürecinde Yunus Nadi, geçmişte yaşananların “sonsuz bir hüzün ve elemle temaşa edildiğini” söylüyor, “yalnız bir tarafın değil, her tarafın hatalarile olup bitmiş işlere” Türk okuyucularının da çok “teessüf ettiklerinin” altını çiziyordu. Aradan geçen zaman bu açılımlara rağmen İskenderun Sancağı Ermenilerinin soykırım hafızası nedeniyle güvensizliğini açıkça ortaya koydu.
Her ne kadar Ankara “Ermeniler de Türk” tezini ortaya koyup üstüne soykırım ile topraklarından koparılmış nüfus için “Ermeniler için günün birinde umumi bir affı en yüce insanlık şiarı olarak göz önünde” tuttuğu vurgusunu yapmış olsa da… Bu ruh hali, 1939’da Dahiliye Vekaleti’nin raporunda “Ermenilerin maziye ait korkuları” olarak kendine yer bulacaktı.
Geçmişte yaşananın ağırlığı, Nadir Nadi’nin 20 Temmuz 1939’daki “Hataydaki Ekalliyetler” başlıklı yazısına da yansıdı. “Neden korkuyorlar? Ne var? Kendilerini yiyeceğimizi mi vehmediyorlar?” diye sormadan önce Nadi şöyle diyordu: “Bu vatandaşlardan bir kısmı yirmi senelik Atatürk inkılaplarının ne demek olduğunu herhalde kavrayamamış olacaklar ki içlerinde kötü propagandaya alet olarak paniğe tutulanlar, yurdlarını terk etmek isteyenler görülüyormuş. Bizi imparatorluk devrinden ayıran doldurulamaz uçurumu fark edemeyen bu zavallıların vaziyetine acımamak elimizden gelmiyor.” Burada da kendine yer bulan “imparatorluk devri ile Cumhuriyet Türkiyesi arasında fark olduğu” tezi daha uzun zaman Ankara’nın ve ana akımın vurgularından biri olarak kalacak.
Özellikle Şakılyan ve Karadanayan aileleri ile görüşmenin bir nedeni var mı?
Bu iki aile farklı ülkelerde yaşıyor. Biri Lübnan, diğeri Ermenistan’da olmalarına rağmen ortak noktaları çok fazla. En başta bu kitaba röportaj koymayı düşünmemiştim. Fakat ortak özelliklerini görünce bir eksiği tamamladıklarını fark ettim.
Sancak Düştü, Ahalinin Gidişi’nden farklı. Sadece basın taraması üstünden 1936-1939 arası İskenderun Sancağı meselesi üstünden Ermeniler özelinde Türkiye’deki ana akım medyayı mercek altına alıyor. Fakat o dönemde Sancak’ta yaşayan Ermenilerin de ne hissettiğini anlamak doldurulamaz bir boşluk olarak kalıyordu. Ana teması olmasa da bu iki röportaj önemli tanıklıklardı, eklemeden edemedik.
İskenderun Sancağı'nda doğanlar
Ortak noktaları neydi?
Mari Karadanayan ve Yervant Şakılyan’ın ortak noktası ikisinin de 1939’dan önce İskenderun Sancağı’nda doğmuş olmaları. Üstelik aileleri 1915 öncesinde Dörtyol’da yaşamış, daha sonra bu topraklardan ayrılmak zorunda kalmışlar... Mari Karadanayan, Lübnan Hınçak Partisi eski Başkanı Alex Köşkeryan’ın annesi. Ancar’a gitmek için Beyrut’ta olduğum sırada annesinin İskenderun Sancağı doğumlu olduğunu tesadüfen öğrendim ve röportajı yaptım.
Özellikle “Türkiye’de çok acılı hissettim” diye başladığı, Dörtyol’da dedesinin evini ziyaret ettiği, anlatırken de her anını tekrar tekrar yaşadığı hatırası beni çok etkiledi. Yervant Şakılyan ile de Ermenistan’a gittiğimde oğlu Adruşan sayesinde bir araya geldim. Hiç tanımadıkları, Türkiye’den gelen ve Ermeni olmayan bir gazeteciye, evlerinin kapılarını açmaları, sonsuz güvenleri nasıl açıklanabilir bilmiyorum. Fakat aramızda sarsılmaz bir dostluk kaldı. Kitabın ismi de Yervant Şakılyan’ın sözlerinden çıktı: “Sancak düştü, Ermeniler kaçın dendi. Sancak düştü, herkes kaçtı.”
Ele aldığınız dönemde bölgedeki Ermenilerin sayısına dair de bilgi verir misiniz?
Sayılar çok çeşitli. Bu da zaten tartışma noktalarından biri. Çünkü İskenderun Sancağı’nda iki farklı Ermeni grubu bulunuyor. İlk grup Sancak’ta uzun zamandır yaşayanlar.
Diğeri ise Kilikya’nın boşaltılması sonrasında Fransız mandası olacak İskenderun Sancağı’na yerleştirilenler. Bu iki grubun toplamı Sancak’ta önemli bir nüfustu. İskenderun Sancağı’nın yüzde 11’ine tekabül eden nüfusun tam sayısı için tartışma olsa da en az 25 bin Ermeni’nin olduğunu söylemek mümkün.
Bu arada göç edenlerin sadece Ermeniler olmadığını da hatırlatmak gerekli. Toplam göç sayısı 50 bine yaklaşıyordu. Ermenileri takip eden en büyük ikinci göç veren topluluk 10 binin üstündeki sayıyla Arap Ortodokslar oldu.
Resmi tarihin ötesini de okuyucularına gösteriyorsunuz, bu zor mu?
Son yıllarda artan sayıda resmi tarih dışı anlatılar var. Bizim gazeteci olarak yapmamız gerekenlerden birinin bu olduğuna inanıyorum. Sancak Düştü resmi tarihin yanı sıra gazetecilik açısından da eleştiri içeriyor. Çünkü 1936-1939 arasında ana akımın “Ermeni meselesi”ne yaklaşımının yanı sıra sonuna eklediğimiz Kesab bölümü bu politikanın devamına da işaret ediyor.
Suriye Savaşı’nın önemli dönüm noktalarından olan, İskenderun Sancağı’nın bir parçasıyken son anda Türkiye sınırlarına katılmayan Ermeni yerleşimi Kesab, ana akım tarafından “muhalif” olarak adlandırılan gruplar tarafından ele geçirilmişti.
Bölgede gerçekten neler yaşandığını, bölge halkının Ermenilerin ağzından en ayrıntılı şekilde öğrenebilmemizse Karin Karakaşlı’nın Agos’taki haberi sayesinde olmuştu. Bu nedenle tarihçiler kadar, bizlere, yani gazetecilere de çok iş düştüğüne inanıyorum.
Serdar Korucu hakkında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gördü. Çeşitli televizyon kanallarının haber merkezi ve haber programı bölümlerinde editör/yapımcı/danışman olarak çalıştı. Ulusal/uluslararası medya mecralarında dezavantajlı gruplar ve nefret söylemi üzerine haber, röportaj ve özel dosyalar hazırladı. Yayımlanmış çalışmaları: Yabancı Gazetecilerin Gözüyle Kürt |
(EMK/PT)