"Galata'nın Arka Bahçesi" başlığını taşıyan bu okul projesi, bugün geçici olarak bir otoparkın bulunduğu yeri bir "boşluk" olarak korumayı hedefliyor. Ayşe Hassan bu düşünceyi bu mekanı çevreleyen yapı düzenini koruyarak/yıkılmış olanları yeniden kurgulayarak gerçekleştiriyor.
Eğitim programı içinde ve hiçbir kamu imkanı kullanılmadan gerçekleşen bu öğrenci projesi beni düşündürdü. Neden bir girişimcinin iş verdiği profesyonel bir mimarın buraya Galata Kulesi kadar yüksek bir "otel dikme" düşüncesi ile bir öğrencinin kendi imkanları ile gerçekleştirdiği projenin programı birbirinin tam tersiydi? Mimarlık eğitiminin sunduğu bu bağımsızlığın profesyonellikle nasıl bir ilişkisi olabilirdi? Ayşe Hassan proje fikrini gerçekleştirmeden önce burada yaşayan insanlarla aylarca görüşmüştü, araştırma yapmıştı ve hiç üşenmeden yabancısı olduğu bu kent ve bölge hakkında bir dolu belge, bilgi toplamıştı. Profesyonel mimar ise öncelikle mal sahibinin kendisine verdiği programı gerçekleştirmeyi amaçlamıştı.
Şaşırtıcı olan bir başka konu daha vardı. Yoğun bir yapılaşma amaçlanan parsellerin büyük bir bölümü girişimci tarafından kamudan çok ucuza satın alınmıştı. Satış gerçekleştiğinde burada bir eski ilkokul binası (Alman İlkokulu) ve bir meydan bulunuyordu. Bir bakıma satın alan kişinin buradan elde edebileceği en büyük bir kazancı sağlamak için bu tarihi yapıyı yıkmasından daha doğal bir şey olamazdı. Amaç elbette ki buraya çok yüksek bir yapı yapmaktı. Ancak bu proje tam Tünel'in üzerine rast gelmişti ve mimar büyük bir olasılıkla Tünel'in bir çok kitapta bulunan kesitine bakmaya dahi ihtiyaç duymamıştı. (Bu projenin gerçekleşmesi için Tünel'in iptal edilmesi gerekiyordu. Nitekim kazılar sırasında tarihi Tünel'in tonozunun yıkıldığı ve acele tamir edildiği söyleniyordu.)
Çok daha önemli ve ilginç bir başka konu ise şuydu: Kentin en önemli tarihsel merkezlerinden birinde yer alan bu arsa satılmadan önce henüz hiçbir profesyonel kurum, kamu yönetimi bir fikir üretmemişti. Yalnızca birkaç duyarlı kişi kuleyi aşan yükseklikte bir yapı yapılmasına itiraz etmişti.
Kamuya ait bu parseller satıldıktan sonra devreye giren mimar ise Galata Kulesi'nin yanına yüksek bir yapı yapmayı planlıyordu. Doğal olarak, her mimarın yaptığı gibi direktifleri yatırımcıdan alıyordu. Bu durumda mimarlık açısından ortaya tuhaf bir çelişki çıkıyor: Bir öğrenci projesini kurgularken buradaki yoğun yapılaşma içinde buranın kamusal nitelikli bir alan olduğunu ve boşluk olarak kalması gerektiğini düşünüyor. Profesyonel bir mimar ise bu alanın mevcut yapılarla, yerleşim biçimi ile ilişkisini göz ardı etmek zorunda. Bir öğrenci mimarlığa daha profesyonel bir perspektifle yaklaşabilirken, diplomalı bir profesyonel, mimarlığa profesyonel olmayan bir perspektifle yaklaşıyor.
Bu durumda işleyişin kendisinde profesyonelliğe karşı bir haksızlık yok mu? Böylesine önemli bir kent parçası söz konusu olduğunda mimarlar yalnızca bir yatırımcının perspektifini mi temsil etmek zorundalar? Yoksa kenti mi gözetmek zorundalar? Kentsel mekanın mimari niteliği profesyonel bir çabayı hak etmeden biçimlenebilir mi? Mimarların rolü ne zaman ve nerede başlıyor, nerede bitiyor?
Bu proje bana öğrenciliğimde yaptığım bir projeyi hatırlattı.
Bilenler bilir, Gökkafes'in bulunduğu yer eskiden yeşil bir vadiydi. Bu araziye proje yapmamız istenmişti. Sınır bir taraftan Taşkışla binasının altında Tahtasaray denen kalıntı bozması kahvenin bulunduğu üst platform, alttan ise (henüz bağlantı yolu yapılmadığı için) Dolmabahçe (İnönü) stadyumu arkasındaki platformdu. Konumuz ise bir "kültür merkezi" projesi idi.
"Buradaki yeşil dokuyu, hatta yağmurda su akan şevleri dahi değiştirmeden nasıl bir proje yapabilirim" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Aklıma Beaubourg'un kenarındaki yürüyüş/merdiven platformları gibi bir şey yapmak gelmişti. Aşağıdan yukarı uzanan, içinde yer yer sergi platformları olan; ama asla zemine değmeyen saydam bir tüp tasarlamıştım. Böylece maçtan çıkan veya denizden gelen insanlar kolayca, finüküler sisteme benzeyen eğimli bir asansör sistemi ile yukarı aşağı gidebilecekler, üst ve alt platformlardaki sergi mekanlarını gezebileceklerdi. Ama altı, üstü, her tarafı şeffaf olan bu tüp onları asla oradaki doğadan koparmayacak, yerin altına girmeden yukarıdaki platforma ulaşabileceklerdi. Özetle proje son derece basit, yalın, yeniden düzenlenen mevcut iki platform arasında uzanan bir cam tüpten ibaretti. Projeye hocaların hiçbir müdahalede bulunmadığını çok iyi hatırlıyorum. (Hatta değerlendirmede tam notu alana kadar neden herkese tashih yapan hocaların projeye en ufak bir çizik dahi atmamasından ürkmüştüm.) Ancak projenin kamulaştırılması gereken bu vadiyi koruması fikrine güvenim tamdı.
Karaköy'deki Tünel'in yeni bir modelini, bu mekana uygun olanını yaptığıma, bunun bu mekana değer katacağına ve çok iyi işleyeceğine inanıyordum. Hem ulaşımda enerji tasarrufu sağlayan, çevreyi koruyan bir ulaşım - iletişim mekanı, hem de sanatla kurulan yeni bir ilişki mekanı tasarladığımı düşünmüştüm. Bir öğrenci olarak düşüncelerim bunlardı. Profesyonel bir yarışma ortamında mutlaka bu alanda yapılacaklar hakkında daha da gelişmiş fikirler sergilenebilirdi. Daha sonra olanlar ise herkesin malumu.
Şimdi sormak istiyorum: Doruk Pamir gibi tanınmış bir mimarın yalnızca konuya kendi perspektifinden yaklaşan bir yatırımcıya bağımlı olarak çalışabilmesi İstanbul'a olduğu kadar bir profesyonele de yapılabilecek büyük bir haksızlık değil mi? (KG/TK)