İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TOKİ ve Fatih Belediyesi arasında imzalanan protokole göre tasfiye edilecek olan Sulukule'ye, tarihi Bizans surlarına 'uygun' çağdaş standartlarda konutlar yapılacakmış.
Burası bir yerleşim alanı olduğuna göre bu konutların nasıl yapılacağı da şöyle açıklanıyor: Fatih 2 No'lu Kentsel Yenileme Projesi Protokolü'ne göre tarihi surların koruma bandında bulunan ve Sulukule olarak bilinen bölgedeki 355 adet parsel boşaltılacakmış... Bu parsellerdeki hak sahiplerine, Gaziosmanpaşa Taşoluk bölgesinde TOKİ tarafından yaptırılacak olan toplu konutlardan öncelikle becayiş (karşılıklı yer değiştirme) yöntemiyle devir olacakmış. Sulukule'de ve Taşoluk'ta yapılacak konutların bedelini TOKİ belirleyecekmiş. Protokole göre, kentsel yenileme alanında ikamet eden tapu sahibi olan veya olmayan vatandaşlardan, mahsuplaştırma veya borçlandırma yoluyla konut edinmek üzere TOKİ'ye devir edilmesi şartıyla muvafakatname alınacakmış. Söz konusu alandaki gecekondu, yapı ve eklentilerinin tasfiyesi, yıkımı ve temizlenmesi Fatih Belediyesi tarafından yapılacakmış... (Kaynak: Milliyet Gazetesi, 19 Aralık 2005 )
Bu yorumsuz haberde öyle tahmin ediyorum ki okuyucuları şaşırtan çok sayıda unsur var:
Birinci konu, surlara uygun konut yapılması. Sahi bu söz ne anlama geliyor? Yirmi, otuz sene önce akademik camiada "çevreyle uyumlu" tasarım kavramının tartışıldığını hatırlayanlar belki vardır. Ama söz konusu tarihi çevre olunca, bu uyum meselesinin akademik camiada hiç tartışılmaması, daha kötüsü bu tür projeleri yapan mimarlar arasında akademik unvanı olanların yer alması şaşırtıcı.
Bugün 'surlara uygun' veya 'tarihi çevreyle uyumlu' gibi sözler söylendiğinde bu işi yapan yöneticiler, uzmanlar aslında ne demiş oluyorlar? "Bu konu böyledir, biz böyle belirledik, karar verdik, bu tartışılmaz" mı demek istiyorlar? Ne zamandan beri mimarlığın ürünlerinin yer aldıkları kentsel bağlam içindeki bir tarihsel varlığa, surlara ya da başka bir yapıya uydurulma gereği ortaya çıktı? Mimarlıkta, şehircilikte böyle bir kural mı var? Yoksa bu gerekçeyle birileri kendi tasavvurlarını mı dayatıyorlar? Yöneticiler kendi kafalarındaki mimarlık ve kent anlayışını tartışılmaz bir konu olarak mı göstermek istiyorlar? Mimarlıkta, şehircilikte kamusal nitelikli bir operasyon söz konusu ise, 'tartışılmaz' bir şey olabilir mi? Profesyonellik açısından göreli bir durum olan tasarım sürecinin bu kamusal operasyonun kabulleri ile belirlenmesi bir dayatmadan başka ne olabilir?
Hiç şüphesiz, mimarlıkta tarih icat etmek, bu semtlerde yaşayanlar üzerinde ideolojik bir baskı oluşturmaya yardımcı olduğu kadar, profesyonelliğin de dışlanmasına hizmet ediyor.
İkinci olarak: Bu operasyonlar, dikkat ederseniz, hiç bir şehircilik ve mimarlık programı içermiyorlar, çünkü onlar bir profesyonel programın içinde değiller, kentin yaşantısının yerini alan, yer aldıkları bağlamda profesyonelliği, politikayı, her şeyi emen birer kara delik gibiler. Ne zamandan beri bir yaşama çevresi, bir kent insanlarından ve tarihinden bağımsız bir fiziksel varlık olarak görülmeye başlandı? Ne zamandan beri kent yönetimleri kentleri bir takım mimarların tasarladığı konutlardan ibaret olarak görmeye, kendilerinde de burada yaşayan halkı dışarı atarak, hatta temizleyerek kenti biçimlendirme hakkı olduğunu düşünmeye başladılar? Bu uygulama her şeyden önce ciddi bir insan hakları ihlali değil mi? Ne oluyoruz? Bu 'temizlik harekatı' adı verilen şehircilik uygulaması ne anlama geliyor? Kamu eliyle "gentrification" yapmak, bir özel girişimcinin kendi parselinde karar alması gibi bir kenti tasarlamak mümkün mü?
Bu karar uygulamaya konulursa, bu kentte mimarlık kendi içine kapanan bir siyasal döngünün, kamu ile sermayenin evliliğinden doğan kartelleşmenin bir aracı olarak biçimlenecek yalnızca. Bu karara göre yoksulların bu operasyonlara konu olan mahallerde gelecekleri yok. Sanki birileri İstanbul'un kültürel planda çağdaş değerlerin dışına atılması, yönetimlerin başarısız olması için bu tür projeleri uygulamaya koymak istiyorlar. Böyle bir şeye ihtimal dahi olsa, inanmak istemiyorum.
Bu şaşırtıcı, zamanını şaşırmış 'proje', Nazi Almanya'sındaki korkunç uygulamaları hatırlatıyor. Bu operasyonun bugünkü koşullarda başarıya ulaşamayacağı çok açık. Ama nelere mal olacağı şimdiden belli. Hiç kuşku yok ki, bu uygulama, eğer durdurulamaz ise, kent tarihinin bir yüz karası olarak kayda geçecek. Eğer bugün bu karakuşi uygulamaları tartışmaz ve mimarlar, şehir plancıları olarak bu yapılmak istenene karşı sesimizi yükseltmez isek, yalnızca kent yönetimi değil, bu kentte yaşayan meslek insanları olarak biz de büyük bir vebal altına gireceğiz.
Evet bugüne kadar Anadolu kentlerini bir bomba atılmış gibi yok eden azman toplu konut inşaatlarını gördüğümüzde, bu işlerin mimarlar tarafından yapıldığını unutup, bunları yaptıran yöneticilere kızdık.
Toplu konut şirketleri, kooperatifler büyük kentlerin çeperlerini işgal ettikleri sürece sanki problem bu kadar görünür değildi. Söz konusu olan yerler sanki kente ait değildiler. Nasıl olsa bu derme çatma konutlar görünümü değiştirmiyorlardı ve zaten her taraf kaçak yapıyla dolmuştu.
Her gün nerede yer aldığı belli olmayan, yap-satçı irisi müteahhitlerin ürettiği konut projeleri gazetelerin emlak eklerinde sırıtıyordu. Ama bu konutların ilkelliği, sundukları steril mekanlar sanki kimseyi ilgilendirmiyordu. Ama galiba şimdi işler biraz değişti. Kamunun kentleşme konusunda yapması gereken işleri yapmayıp tarihi bölgelerde ayrıcalıklı kartel operasyonlarına girişmesi profesyonel çevrelere de dokunuyor.
Dolayısıyla bu aşamada yalnızca semtlerinden dışlanan kentlileri değil, profesyonelleri de bir hayatta kalma mücadelesi bekliyor. Bıçak kemiğe dayandı. Profesyonelliğin gelişmesi artık kamuya sorumluluklarını hatırlatmakla eş anlamlı. Bu nedenle olup bitenler artık aklı başında kalmış olan bütün mimarları, akademisyenleri, hatta mimarlık öğrencilerini ilgilendiriyor. (KG/TK)