Barış akademisyeni, araştırmacı, halk sağlığı uzmanı, KHK ile üniversite dışında öğretim üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun 13 Mart 2019'da ikinci BİA Çarşambası/Medya Dışı Sesler'deki konuşmasını yayımlıyoruz. Gazeteci Mehveş Evin'in kolaylaştırıcılığındaki Medya Dışı Sesler oturumunda Prof. Dr. Hamzaoğlu yaygın/merkez ve alternatif medyayı, sağlık ve sağlık haberciliği, ekonomik sorunlar ve yerel seçimler odaklı konuştu, soruları yanıtladı.
Buluşma tarihi: 13 Mart 2019
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu: Herkese merhaba. İlk kez böyle bir ortamdayım. Bu davet içinde çok teşekkür ederim. Dilerim kurumsallaşması adına da iyi adımlar olur bunlar bir yönüyle. Çünkü hep beraber bir gereksinimimiz var diye düşündüğüm için çağrı geldiğinde de açıkçası sadece zaman olarak takvime bakmıştım. Niyet olarak hiç sorgulamadan, evet gitmem gerekir diye düşünmüştüm.
Nereden başlamak konusunu sistematize etmek biraz güç hele ki gündemin bu kadar hızlı değiştiği bir ülkede, ama bir şekilde medyacıların arasında bulunmam sebebiyle herhalde kendi ilişkilerimden bahsetmekte biraz yarar var. Belki oradan bir tarihsel perspektif çizebiliriz.
Medya
Tabii ki yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi medya alanındaki değişimlerin, kendi iç dinamiklerinden ve özgünlüğünden kaynaklandığını söylemek mümkün değil. İçinde yaşadığımız toplum biçimi itibariyle şekillendirilen gelişmeler pek çok şeyi yönlendiriyor ve ister istemez kendi yerelliği, özgünlüğü ve renkleriyle, tadıyla ya da kokusuyla oralarda da farklılaşmaları hep beraber yaşıyoruz.
İlkokulda hafta sonları gazeteyi almak benim işimdi. O zamanları şimdiyle karşılaştırdığımızda gazeteler gazeteci aileler tarafından ve gazeteyi yapanlar tarafından çıkartılırdı. Tabi ki patron ve çalışan ilişkisi vardı ama çoğu yerde gazete patronları da gazeteciydi.
1980 Asker Darbesi, 70’lerdeki kapitalizmin buhranı.. ABD’nin öncülüğünde/hegemonyasında yeni bir dünya, yeni bir dünya düzeni oluşturuluyordu. Pek çok yerdeki ekonomik modeller verecekleri kredilerle zoraki de olsa bu yeni tasarımla uyumlulaştırıldı. Bu doğrultuda toplumsal yaşantının yeniden şekillendirildiğini görüyoruz.
Bunu çok daralttığımızda “Türkiye’de Özal dönemi” diye ifade edebilirim, öyle ifade ediliyor da. Ama daha büyük ve genel baktığımızda, Türkiye’de yaşanan değişimleri benzer boyutta görmek mümkün. İşte periferi ülkelerin rollerini, merkezi ülkelerin rollerini ve o roller gereğince de “yeni insanı yaratma süreçleri”ni sağlık alanında -içinde bulunduğum alan, kısmen o dönemlerde henüz çok erken yaşlarda olsam da- ve akademide izleyebiliyordum.
Dönüşüm esasında bu kurumların tümünde yaşanır oldu ve zaman içinde de gördük ki, geleceğe bakarak da söyleyebilirim bunu; gazeteler hızla el değiştiriyordu, büyük sermaye sahipleri medya sahibi oluyorlardı. Değişik yatırımları olan kişilerin ek bir iş olarak, daha doğrusu ön açıcı alan olarak karar vericilerle ilişkilerini kolaylaştırmak adına basına yatırım yaptıklarının tanıkları olduk. Ama hızlıca bugüne geldiğimizde havuzu falan kalmadı, sizlerin affınıza sığınarak söylemek istiyorum, alternatifler dışında medya kalmadı herhalde habercilik anlamında değil mi?
Netlik sadece medyada
Uzun zamandır bazı arkadaşlarımızın elinde check-listler var, bu listelerde yer alan başlıklardan hareketle 1930’lu yıllarda Almanya’da bu vardı şimdi Türkiye’de bu yok, İtalya’da bu vardı Türkiye’de bu yok, İspanya’da böyle Türkiye’de şöyle diye konuşuluyor. Dolayısıyla “siz buna nasıl faşizm diyebilirsiniz” şeklinde değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Herhalde 1900’lerin faşizmiyle 21. yüzyıl’ın faşizmini benzer bir check-listle tanımlamak doğru olmaz. En azından siyaset bilimi adına bilim dışı olur diye düşünüyorum.
Ama o dönemin özeliğiyle bu dönemin özelliği de en azından medya alanında çok net. Evet, medyanın kontrol edilmesi, yönlendirilmesi ve muhalefetin özel alanlarla ilgili olarak siyasette görünürlüğünün tümüyle yok edilmesi, alternatif söz söyleyemeyecek hale getirilmesi, sanıyorum faşizmin her bir zamanında ve boyutunda görünmüş bir durumdur. Bugün için Türkiye’de de en azından bir yönü itibariyle medya adına bunu söyleyebilirim.
Sosyal medya
Bir başka şey sosyal medya tartışmaları. Facebook, twitter ve benzeri alanlarda kısmen dışarıdan ya da o alandan arkadaşların paylaşımlarından görüyorum ki sosyal medya tanımını ya da kavramını da tartışmak gerekir.
Medya -ben köşe yazarlığını bir tarafa koyarak söylüyorum- habercilik anlamında bir haberin varlığını bir şekilde anlatmak, kısmen yorumlarla da olsa gözlemlerle de olsa paylaşmak, herkese duyurmakla ilgili bir amaç taşıyor.
Sosyal medyayı birbirinden hoşlananlar, birbirlerini beğenenler, birbirlerine yakın olanların birbirini takip ettiği mecralar olarak tanımladığımızda esasında medya denmesini de çok hak etmediğini düşünüyorum. Bu yönü itibariyle bunun da tartışılmasını isterim.
Evet, bir şekilde bazı dönemlerde -ki 2013 Haziran’ı bunun çok önemli göstergesi, belirtisidir- haberleşmek adına evet ama o haberleşmek yine ortak bir eylemin içinde bulunanlar boyutunda ya da onlar n’apıyor bir bakalım diyenler için yaşanan bir durum. Yoksa birbirimizden haber almak adına ya da toplumun farklı kesimlerinin birbirinden haberdar olması adına kullandığı bir mecra gibi durmuyor. En azından ben bir yönüyle öyle gözlemliyorum.
Sorunların haber olabildiği günler
Medyayla kişisel olarak benim ilişkim sağlık alanındaki tartışmalar yoluyla oluyordu. 90’lı yıllarda daha Türk Tabipleri Birliği’ne üye olmam yasakken - askeri hekimdim o zamanlar- TTB’nin süreli yayını Toplum ve Hekim Dergisi içinde yer aldığım bir çalışma alanıydı. Yani hem toplum olarak, hem de sağlık alanındaki emek gücü olarak, hekimler, hemşireler ve diğer sağlık emekçilerinin hak kayıplarının yoğun yaşandığı ve bunun sistematize edildiği bir dönemin içinde büyüdüm.
Seksenli yıllardan sonra, sermayenin çıkarları adına sağlık alanında yapılacak değişiklikler karşı çıkışı engellenmek için hekimler başta olmak üzere sağlık emekçilerini, yüksek ücretlerle ikna ederek, hem onların hem de toplumun haklarını gasp eden bir perspektif vardı. O dönemlerde hekim örgütü olarak ya da sağlık alanındaki örgütlü sendika olarak durumu hekimlere hemşirelere ve diğer sağlık emekçilerine anlatmamız çok zor oldu.
Sorun çok görünür ve acıtır hale gelince farkına varılıyor. O dönemlerde sorunlarını bir şekilde kamuoyuyla paylaşıyorduk. Görsel ve yazılı medya bunu sağlayabiliyordu.
2003’ten itibaren, önceki hükümetlerden farklı olarak, AKP hükümetlerinin hiçbir döneminde hükümet cenahından bir kişinin uygulamalara muhalif olanlarla beraber oturup konuyu tartıştığını görmedik. Hiç olmadı. Bir yasak gibi oldu. Önceki dönemlerden tanıdığımız gazetecilerle ya da televizyoncularla bu yapılanı ahlaken doğru bulmadığımızı paylaştığımızda, özür dileyip yapılacak bir şey olmadığını söylüyorlardı.
AKP milletvekiliyle TV programında
2006 yılıydı, sanıyorum, o dönemlerde Kocaeli’ndeydim. Sağlıkta dönüşüm programı gündemde, yoğun tartışmalar yaşanıyor. Bir şeyler değiştirilmeye çalışılıyor ama hiç kimseyle muhatap olamıyoruz. O dönem yerel televizyonlardan biri akşam programında bir milletvekili ve bir hekimle sağlıkta dönüşümle programıyla ilgili sohbet düzenlemek istediklerini duyuruyor.
Bunun için Kocaeli Tabip Odası’ndan biri davet edilince arkadaşlar beni önermişler. Programa gittim. Program yapımcısı milletvekili gelecek, sizin geleceğinizi bilmiyor diyerek beni uyardı. Ben çok mahcup oldum tabi hoş bir durum değildi.
Milletvekili geldi ve beni görünce çok şaşırdı. Karşılarında çalışan bir gurubun içinde yer alıyorum ve konunun uzmanıyım, yani onlar için makul birisi değilim. İpliklerini pazara çıkarmak konusundaki olanaklarım fazlaydı. Arkadaşlar bu nedenle beni önermişti. Ben de milletvekilini görünce çok şaşırdım.
Ben böyle bir şey istemiyorum, dedi. Milletvekiline, “önce sizi dinleyelim her şeyiyle siz anlatın. Sonra ben konuşayım, size söz veriyorum konuşmanızı hiçbir şekilde bölmeyeceğim, tek başınıza program yapar gibi konuşun. Sonra ister kalırsınız, ister ayrılırsınız, ben de yapılanların, sizin söylediklerinizin gerçekliğinin ne kadar var ya da yok meselesiyle ilgili verilerimi paylaşabilirim” dedim, ikna oldu.
Vekili dinledik, sonra benim oturumum başladı. Dakika başı konuşmamı bölüyordu. Büyük bir sıkıntı yaşandı yerelde. AKP teşkilatı üzerinden nasıl böyle bir şey olur diye. Çünkü yapmak istedikleri işin birçok açığı olduğu, insanlara yararı olmayacağı yönleri tartışılmıştı.
Hem Meclis hem medya ilgisi
2004’de de kanserli ölümlerle sanayi ilişkisini kurmuştuk. 2006’da kanser nedeniyle ölümlerde sanayinin etkisi üzerine Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu.
O dönem daha masumdu. Hem hükümet hem de muhalefet milletvekillerinin ortak önerisi biçiminde başlamıştı. Kasım ayında raporlar hazırlandı, “29 Sorun ve Çözüm Önerisi” diye.
2007 yılında Meclis Genel Kurulu’nda bu rapor görüşüldü ve rapor meclisin malı oldu hakikaten. Meclis Genel Kurulu raporu oyladı, böylece resmi bir rapor haline geldi.
İçeriği çok makul bir şey olmasa bile, sorunun tanımlanması ve çözümüyle ilgili bir tartışma yaşandı, bütün tarafların görüşleri, tanıklıkları kayıtlara geçmiş oldu.
Meclis Komisyon raporunun paylaşılması, duyurulmasında, haberleştirilmesinde hem yerel hem de ulusal medyadan muhabir arkadaşların ısrarı etkili oldu. Raporlar gündeme geldiğinde de o raporların içeriğiyle ilgili sorunlar konusunda da bir tartışma yaşandı.
Kendi adıma en azından mesleki anlamda toplumsal mücadelenin yansıtılması konusunda medyayla karşılıklı çok işbirliğimiz oldu. Gazetecilerin/ haberlerin ön açıcılığıyla raporlarımız amacına ulaştı diyebilirim.
Haberde hakkaniyet
Sonrasında, program yapımcısı, milletvekiliyle televizyonun sahibi olduğu gazetes için bir söyleşi yaptı, birinci sayfanın yarısı bu söyleşiye ayrıldı. 10 gün sonra da aynı gazetede Tabip Odası’ndan, benimle değilse de bir başka arkadaşla aynı konuda bir söyleşi yayınlandı.
Yine Kocaeli yerelliği olarak sanayinin doğaya ve insan sağlığına zararlarını ortaya çıkarmak adına sanayi alanında çalışmalar yapıyordum. Kontrol edilmeyen hava emisyonları, sanayi itibariyle hava kirliliğinin etkileri en büyük sıkıntıydı.
Yapılması gereken şeyler mevzuata uygun yapılmıyor. Mevzuat hazırlıkları doğrudan doğruya yasalara uygun yapılmıyor, birçok yönüyle bir yönetmelik yasaya aykırı çıkıyor. Ya da uygulama yasa ve yönetmeliğe uygun olmuyor.
Örneğin, Organize Sanayi Bölgeleri kurulurken o bölgede hiçbir şekilde bir sanayi yatırımı olmaması gerekiyor. Hangi alanda üretim yapılacaksa organize sanayi bölgesi inşa edilecek alanın kamu tarafından ona göre düzenlenmesi, arıtma tesisi vb. yapılması gerekiyor. Sanayiciye bundan sonra bu yerlerin satılması gerekiyor.
Benim çalıştığım Dilovası’nda, 2002 yılının mayıs ayında, içinde 178 kuruluşun, çay ocağının, lokantanın, vb. sosyal alanların olduğu, bir mahallenin sokağının bulunduğu alan Organize Sanayi Bölgesi ilan edilmiş idi.
Dilovası çalışması
Kocaeli’nde yine bir hurda demir çelikten demir- çelik üretimi yapılması gündeme gelmişti 2009 yılı sonu itibariyle. Büyük tartışmalar oldu, bunun yanlışlığı gazetelerde dile getirildi. O dönemlerde yine Kocaeli’nde görev yapıyordum.
Fabrikanın kurulacağı bölge itibariyle insanların sözleri yerel gazetelerde yer aldı. Kocaeli’nde güçlü yerel gazeteler vardı. Günlük hayat demir –çelik üzerinden dönüyordu neredeyse. Konu tartışılıyordu ve bizim de o dönem ekip olarak yürütmekte olduğumuz üniversite destekli bir proje vardı.
Hipotezimiz şuydu, sanayinin yoğun olduğu yerin dışında da Kocaeli’nde hava kirlidir, tabi ki sanayinin olduğu bölge daha kirlidir ama uzak olan yerlerde de kirlilik vardır. Sanayi bölgesinde yaşayanlarda bunun biyolojik olarak emarelerini bulacağız, diğer bölgelerde de bulacağız.
Dolayısıyla böyle bir kirlilik varsa kimse bundan azade değildir şeklinde bir hipotezimiz vardı. Akademik komisyon ve etik kuruldan geçti. 2009 itibariyle çalışmaya başlamıştık, bu sorun da biliniyordu. Bizim amacımızda var olan sorunu deşifre etmekti.
Hiç unutmuyorum Ocak 2011 itibariyle yerel medyadan bir arkadaşımız, “Yeni bir demir çelik fabrikası kurulacak siz de bu alanda çalışıyorsunuz, n’apacaksınız?” dediğinde ben de elimizdeki verileri net olarak vermiştim.
TIKLAYIN - Prof. Dr. Hamzaoğlu: Kirlilik Dilovası'yla Sınırlı Değil
O bölgede yaşayan kişilerin ve havanın ölçümleri bitmiş, hava kirliliğinin nasıl olduğunu, 56 kadının doğum sonrası ilk sütünden 49 bebeğin ilk kakasında havada bulduğumuz ağır metallerin ne oranda bulunduğunu, bunu Dünya Sağlık Örgütü sınır değerleriyle olan ilişkisini paylamıştım.
TIKLAYIN - “Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti İle Büyüme ve Gelişme Durumu” Araştırması
Bulgular hemen ertesi gün haber oldu. Ondan sonra medyayla ilişkim yoğunlaştı. Yerel medyada yayınlanan haberler birden ulusal medyaya zıplamış oldu. Dolayısıyla konunun cazibesi nedeniyle olsa gerek öyle bir alan yaratılmış oldu.
Güney Kore
Yerel medyadaki gazete sahipleri hızlı bir biçimde, o fabrikanın sermayesinin olduğu Güney Kore’ye dört günlüğüne bir geziye götürüldüler. Ve döndüklerinde o fabrikalarda beyaz eldivenle çalışılabilir diye yazılar çıkmaya başladı.
Bu süreçler hep halktan yana yürütülüyordu ama faaliyetler boyutu bir Güney Kore ziyaretiyle değişmiş oldu. Her şey bıçakla kesilir gibi oldu.
Gazeteciler her zaman haber yapamasa bile gelip konuyu izlemişti. Yerel medyada o ilişkiler biraz daha sosyalleşiyor, doğal olarak daha çok karşılaşıyorsunuz.
Ulusal medyada da konu haber olarak değerli bulundu. Sonuç itibariyle hükümete yakın olanlar ve uzakta olanların değerlendirmeleri böyle bir konuda bile başkalaşabiliyor.
Ben bu ele alış biçimini, medya emekçisi arkadaşlar adına değil, doğrudan doğruya hükümetle-sermayenin ilişkisi olarak değerlendirmemenin hatalı olacağını düşünüyorum.
Araştırma yerine resmi veriler!
Bu tarihten sonra her yıl, araştırmayla ilgili fon vermedikleri için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerini analiz ederek raporlar hazırladım ve bu çalışmaları kamuoyu ile paylaştım. Esasında yapmış olduğumuz araştırma sonuçlarını ve bu raporları kamuoyu ile doğrudan paylaşmamızın getirdiği bazı toplumsal kazanımlarımız da oldu. Normalde Organize Sanayi Bölgesi’nde su arıtma tesisleri ve filtre sisteminin fabrikaların masraflarını karşılayarak, üretime geçmeden önce, kurulması gerekir. Dilovası Organize Sanayi Bölgesi (OSB)’nde biz araştırma yaptığımız dönemde, kuruluşundan yaklaşık 8 yıl geçmiş olmasına karşın yapılmamıştı.
Dilovası’nda ortaya koyduğumuz hava kirliliğinin boyutu ile bu kirliliğin insanlara ulaşmasıyla ilgili bilgilerden sonra hem il yönetimi hem de patronlar, yaşanmakta olan sorunların görünürlüğünü engellemek için olsa gerek, hummalı bir çalışmaya başladılar. Dilovası OSB’nin biraz önce de ifade ettiğim gibi 2002 yılında tamamlanmış olması gereken su arıtma tesisi inşaatı 2011’de başlatıldı ve kısa sürede tamamlandı. Arıtma tesisinin giderleri de Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin bütçesinden karşılanmış oldu. İlçede 3 adet hurda demirden demir-çelik üreten fabrika bulunuyor. Bunlar, havayı kirletmede fosil yakıtlı termik santrallerden sonra ikinci sıradadır. Hiçbir denetim ve kontrol yoktu. Hava kirliliğine dair verilerin paylaşılması, raporlanması ve yayınlanmasının sonrasında tesislerde modernizasyon ve hava filtre sistemi kurma çalışmalarını yapmak zorunda kaldılar. Sorun, yeterli olmasa da bu yönüyle kısmen azaltılmış oldu. Çalışmaların kamuoyuyla paylaşılmasında medyanın büyük katkısını ve önemini tekrarlamam gerekiyor.
Ben ve arkadaşlarım, akademik ilerlemeler ve dosyamız için değil, verilerini doğrudan doğruya sahipleriyle paylaşmak için araştırmalar yapmıştık. Şunu da söylemeliyim. Dilovası’nda ilk araştırma yapan ben ve arkadaşlarım değiliz. Bununla ilgili yapılan çalışmaları bir araya topladığımızda da böyle olduğunu gördük. Ama araştırma bulgularını o bulguların sahipleriyle, bölge halkıyla, kamuoyu ile paylaşan araştırmacılar, akademisyenler olarak diğerlerinden ayrılıyoruz. Ayrıca bizden önceki yayınlara da kolayca ulaşılamıyor. Akademik veri setlerinde özel olarak tarama yapmanız grekiyor. Diğre bir ifadeyle, bunlara akademi dışından ulaşabşlmek hiç de kolay değil.
Sorular - Cevaplar
Bu bölümde soruların tümünü yazmadık, sadece konuşmanın bağlamını anlaşılır kılmak adına köşeli parantez içinde özetleyerek verdik.
[Araştırmaları medyayla paylaşmadıkları için mi? sorusuna üzerine] Tabii. Kimse o araştırmaları tarayarak bulamaz. Birçok saklı araştırmanın sonuçlarının sorunları yaşayanlarla paylaşılmamış olması da akademiye olan kaygılarımızı bu yönüyle daha da derinleştirmişti. Bu araştırmalar bilmediğimiz ya da kamuoyunun tahmin etmeyeceği durumlar da değildi. En azından toplumsal muhalefette sağlık alanında doğrudan doğruya Türk Tabipleri Birliği (TTB) olarak, akademik çalışmalarım anlamında söyleyebilirim ki, medyayla her zaman sıcak ilişkiler içinde olduk. Hava kirli mi, değil mi? Vatandaşa bunu söylemek gerekiyor. Alt yapısı elinizde olmalı ama işin özü neyse onu aktarmalısınız. Ayrıca, akademik bir yazı, akademik dilde yazıldığında metnin anlaşılabilirliği önemli bir konu.
Bir kamuyla mücadele
Kötü de sonuçlanmış olabilir diyebilir miyiz? Çünkü medyada çok görünür oldunuz. Sonuçta siyasi bir konu. Baskılara maruz kaldınız. O yüzden soruyorum. (Mehveş Evin)
Haklısınız. Ama benim başıma bu tür şeyler medyayla tanışmadan da gelmişti. Ben 1998’de de Batı Çalışmaları Grubu tarafından kamudan çıkartılmıştım. O zaman Gülhane [Askeri] Tıp Fakültesi’ndeydim. Batı Çalışma Grubu, 1996 itibariyle Türkiye’de “dinci gericiliğin iktidarı ele geçiriyor kaygısını” ortaya çıkartıp, toplumda yaygınlaştırıp birçok kamu çalışanının işine son verilmesini yönetti. O dönemde, benzeri bir faaliyet sadece sağla ilgili bile olsa mutlaka ve mutlaka sosyalistlere, komünistlere, Kürt halkına yönelik de mutlaka bir şey oluyordu.
Aslında bu hep böyle oldu. O dönemde ben Gülhane yönetimi kadrosundaydım. Numune olarak da beni Tıp Fakültesi’nden çıkarmışlardı. Doğrudan atmadılar, Selimiye’de Birinci Ordu Komutanlığı’na sağlık subayı olarak tayin ettiler, kadrom Gülhane’de olduğu halde.
İdari Mahkeme’ye gittim. Askeri İdare Mahkemesi’nde kazandım. Kazandığımdan bir hafta sonra da Yüksek Askeri Şura kararıyla, üçlü kararnameyle re’sen emekli ettiler. Kamuda çalışmak konusunda inatçıydım. Herhangi bir avukattan yardım almadan kendi dilekçemi hazırlayıp İdari Mahkeme’ye başvurdum. İdari mahkemelerdeki süreçlerde fena gitmedi. O süreçlerde şöyle oldu doğrusu.
Emekliye çıkartılmam üzerine Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde (TODAİE), kamu çalışanlarına “kamu yönetimi yüksek lisans programı”nda kamu araştırmaları dersi vermek üzere işe başladım. Aslında “zorunlu emeklilik” sonrası kamuda çalışmam mümkün değildi ama, 1980 askeri darbesi sonrası gözlerden kaçmış, TODAİE kuruluş yasasında değişiklik yapmamışlar. 1998 Güz - 2001 Bahar dönemleri arasında TODAİ’de oldum, sadece erişkinlerle lisans sonrası ders yapmak, master programı yürütmek keyifli oluyordu.
Kocaeli Üniversitesi daveti
O sırada Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi beni Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na öğretim üyesi olarak davet etti. Durumumu anlattım. Ordudan atıldığımı, emekli edildiğimi ve koşulların henüz devam ettiğini ve benim başvurmamı istiyorlarsa bunu bilerek işlem yapmalarını istedim.
Evet, dediler, Ve tahmin ettiğim gibi, ilana çıktılar, ben de başvurumu yaptım. Sonrasında ses seda çıkmadı; soruyorum yok, soruyorum yok vs. Sonunda, “olmayacak” diye bir resmi kağıt almayı başardım ve 1999 Haziranı’nda resmi olarak Sakarya İdari Mahkemesi’ne işlemin durdurulması için başvurumu yaptım. Kazandım.
Üniversite davayı temyiz için Bölge İdari Mahkemesi’ne götürdü. Beni davet eden kadro yaptı bunu. Orası da benim lehime karar verdi. Üniversite itirazını Danıştay’a götürdü. Danıştay’da da kazandım.
Van 100. Yıl Üniversitesi
O sırada, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nden davet aldım. Yaşadıklarımı anlattım,, “Ben her şeyi biliyorum, bunu halledeceğim,” dedi.
Bir üniversiteyle davalıkken, davayı kazandığım halde atamam yapılmamışken başka üniversitenin rektörü bana kadro verdi ve ben 2001’de yeniden kamuda mesleğimi yapar hale gelebildim.
Van’da başladım.
Tekrar Kocaeli
19 Aralık 2001’de benim tekrar Kocaeli’nde rektörlükle randevum vardı. Özetle sonuçta Kocaeli Üniversitesi’nde başladım.
Yani medya olmadan da yönetimlerle tartışmalar, itirazlar hep sürdü. Ben üstümdekilerle itirazlarım nedeniyle çok huzurlu olamıyorum.
Ama nasıl söylenir, ekip olarak çalışmayı daha çok seviyorum. Ekip olmayan yerlerde de olamıyorum. Üniversitedeki faaliyetlerde, hep o grupla oldu. O bakımdan medya sadece görünür kılan ve büyüten bir şeydi.
Muhalefette olmak hayatımın her döneminde yaşadığım bir tutum olarak devam etti. Mutluyum bu halden. Çünkü sorgulayıcı olmak iyi bir şey o yönüyle en azından söyleyecek sözünüzün olması iyi bir şey.
Her zaman elinizde insanların kafasına değil ama atacak bir taşımızın var olması anlamına geliyor bu duruş.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK)
Benim Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ile başlangıcımda öyle oldu. 2011’de yerel yönetimler ve üniversite, bana karşı Dilovası’ndaki faaliyetler nedeniyle hem hukuksal alanda hem de sosyal alanda hem de akademik alanda doğrudan doğruya bir “yaşarken yok ediş” tarzında tutum içindeydiler. Yoğun soruşturma ve mahkeme dönemi başladı. Ancak ben doğrudan o dönemde ben kendimle ilgili hiçbir hukuksal faaliyette aktif rol almadım. Akademik olan alanda da rol yoğunluğumu kaybetmemeye çaba gösterdim. İşimi yapmaya devam ettim. Çünkü bir grup arkadaşım “Onurumuzu Savunuyoruz Hareketi” adıyla bir yapı kurdular. Olayın A’dan Z’ye bütün aşamaları ve konularıyla onlar ilgilendi. Unutmadan, bu yapı yalnızca benimle değil akademide yaşanan bütün sorunları önüne bir iş, mücadele alanı olarak koymayı başardı. İşimden kopmama gibi bir olanak sağlamış oldular bana. Direnme konusunda, yabancılaşmama konusunda iyi bir tutum olmuştu.
O dönemde gündeme geldi HDK. Bu süreci yürüten arkadaşlar çok da gönüllü olmadılar katılmama. Bizim akademide yürüttüğümüz mücadeleyi olumsuz etkileyebilir diye düşünmüşlerdi.
12 Haziran 2011 genel seçimlerinde “Bağımsız milletvekilleri” süreci Türkiye’de bazı kapıların aralanacağı yönünde umut veriyordu. Ben de kendi adıma, kişisel durumum kötü bile olsa, o alanda bir tuzum olsun istemiştim. HDK süreci de böyle başlamış oldu.
Ankara’da yapılan Kuruluş Kongresi’ne Kocaeli delegesi olarak katıldım. Orada Genel Meclis üyesi seçildim. Ardın ilk Genel Meclis toplantısında da Yürütme Kurulu üyesi olarak seçildim. Bir bianetçi olarak Ertuğrul Kürkçü’nün de adını anmam gerekir. O dönemde bağımsız milletvekiliydi ama HDK süreçlerinde de her zaman vardı. Birlikte çalıştık Ertuğrul ağabey ile.
HDK’nin mekanı yoktu, her hafta farklı bir yerde toplantı olurdu ve ben her hafta eksiksiz bir şekilde Kocaeli’nden o toplantılara giderdim. Hiçbir toplantıyı kaçırmadan devam ettim. Sonra imza sürecimiz oldu.
Üniversiteden KHK ile atılma
2016 Eylül’ünde Üniversiteden atılınca, zamanımız fazla olunca arkadaşlar eş sözcü olmamı istediler. HDK’nin 7. ve 8.dönem eş sözcülüğünü yürüttüm. Ocak ayında yapılan Genel Kurul’da görevi devrettim.
O dönemde de medyayla sözümü söylemek, iletmek, paylaşmak ve yaygınlaştırmak adına bir haşır neşirliğimiz oldu ama medyanın bütün alanıyla değil, muhalefetin sesini duyurmak adına olan medyayla.
Böyle bir araştırmayı bugün medyayla paylaşsaydınız?
Arkadaşlarımızın soruları olacaktır. Ben yerel medya üzerine sormak istiyorum. Yerel medyanın çok önemli bir rolü olduğunu gördük. Biz medyayı konuşurken yaygın medyayı/merkez medyayı, nasıl dönüştüğünü konuşuyoruz. Aslında yerel medya çok daha büyük baskılar altında kaldı ve dönüştü. Biz bunların çoğunu görmüyoruz bile. Sizin bu konudaki gözleminiz nedir? Siz böyle bir araştırmayı 2018-2019 yılında yerel medya ile paylaşsanız ne olurdu? [Mehveş Evin]
Herhalde bana soru sormaya kimse gelmezdi. Sonuç itibariyle sermaye orda da etkin. 10 gazeteden üçü gazetecilikten gelen gazete sahipleriydi. Yıllardır babadan gelen bir gelenekle kendileri de o işi yapanlardı, köşe yazarlarıydılar aynı zamanda. Ama şöyle bir şey söyleyeyim, nasıl ki ulusal medya sermaye-hükümet ilişkisiyle bir şekilde konuşuluyorsa, kurulan farklı ilişkiler yerel medyada da söz konusu. Yereldeki düzen de farklı değil. Onun dışında yerelde yaşananların görünürlüğünü yansıtması konusunda kendi deneyimlerim hep olumlu oldu.
Kocaeli’den önce ben bu kadar yerel medyanın güçlü olduğu bir kent görmemiştim. Yerelde insanlar kendilerinden ve komşularından haberdarlar ve onlardan haberleri duymak istiyorlar. Ama bu durum Kocaeli’de kurumsallaşmıştı. Sadece sermaye boyutuyla değil doğrudan doğruya şiddet uygulayarak hatta yargıyı kullanarak, yerel medyada da bir baskı söz konusu şimdi.
Yerel medyada sitelerin kapandığını, yargı yoluna giden medyaları duymuştum. Oralarda pes edilmiş değil bunu görüyorum ama bir şekilde kimse baskı altına girmek istemiyor.
Sağlık haberciliği
[Sağlık muhabirliği hakkındaki soru üzerine] Alanlarında uzmanlaşmış muhabir arkadaşlarla çalışma olanağımız olmadı. Sağlık haberciliği konusunda da 90’lı yılların sonu itibariyle TTB’nin ortak eğitim çalışmaları gerçekleşmişti.
Sağlık alanında örgütlenme, finansman nedir, hastane nasıl işliyor, bu alandaki konular nelerdir anlamında bir çalışmaydı bu. O dönemden birkaç arkadaş var hatırladığım.
Ama yerel medyada sizin dilinizin habere yansırken şüpheciliğini kaybetmeden vermesini sağlamak biraz sıkıntılı oluyor. Medyada sizin açıklamanız “bu buna neden olabilir”, “bu bunun nedenidir” d şeklinde çıkınca, siz de ona müdahale etmezseniz, daha sonra “siz böyle demiştiniz, nedensel ilişki kurmuştunuz” tarzı durumlarla karşılaşabiliyorsunuz.
Bilim insanı şüpheciliğinizin yansımadığı, tereddütlerinizin yansımadığı, her şey kesin ve doğruymuş gibi sunulunca sıkıntılar olabiliyordu.
Muhabirlik alanında uzmanlaşmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hem bilgiye ve habere ulaşmak hem de o haberin kendi gerçekliğiyle yansımasında sıkıntıya düşmemek adına. Çünkü, kişi, niyetinden bağımsız olarak bilmediği için haberi aktarırken farklılıklar yaratmış olabiliyor.
Parti programları ve sağlık
[Siyasi parti programları ve sağlık hakkındaki soru üzerine] Siyasi partilerin programlarını incelediğinizde sağlık ve doğayla ilgili gerçekten özgün şeyler bulmak mümkün değil. Prim yapmıyor çünkü ve oy getirmiyor. Kimse de programını okuyup bir partiyle ilgili bir tartışma içine girmiyor, vereceği oyu ona göre belirlemiyor.
Parti programlarını kamuoyuna yansıtma ile ilgili tutumu yeni yeni görüyoruz aslında. Siyasi partilerin sağlık programları, eğitim programları gibi şeyler yeni yeni öne çıkıyor. Yapısal sorunlarımız kamuoyunun gözünde maalesef hep tartışılabilir şeyler olmadı. Sanırım toplumun beklentileri daha popülist öğelerle karşılanıyor.
Bu alanlar konuşulmadığı için de dikkat çekmiyor ya da atlanıyor. Kişilerin kendileri sorunu yaşamıyor ya da yakınlarında, etkileyene veya görebileceği bir şekilde yaşan soruna yakın değillerse o sorunu yaşadıklarını zannetmiyorlar. Örneğin, Dilovası’ndaki hava kirliliğini sadece oranın halkı yaşadı zannediyorlar. Oysa Kocaeli’ndeki herkes etkileniyor.
Halk tepkisi
[Raporlarınız yayınlanmasından sonra halkın tepkisi sorusu üzerine] Haberler sorunu görünür kılıyor, bire bir halkın protestolarına yol açmıyor tabii. Yerelde birbirlerinden haberdar olma konusunda çok büyük sıkıntılar olmuyor.
Medyada yer alması, sorunun konuşulabilir olması bir motivasyon kaynağı tabii ki. Raporlarımız gündeme geldiğinde, yeni fabrikanın kurulmak istendiği bölgede yaşayan mahalleliler örgütlü olarak buna karşı çıktılar.
Medya da sürece bir ikinci açıdan şöyle bir destek verdi, fabrikayı kuracak olan şirketin Hindistan’da da bir fabrika kurmaya çalıştığını ancak kasabanın muhalefetiyle karşılaşıp kuramadıklarını, dolayısıyla Türkiye’ye kurmak istediklerini uluslararası medyadan öğrenmiştim. Bunu muhabir arkadaşlarla paylaştım. Muhabir arkadaşlar da bu durumu haber yaptılar. Mahallede de bu konuşulmaya başlandı. Davetler aldık sonra, bize de anlatır mısınız diye. Bu noktada karşılıklı bir şekilde medyanın bir aracılığı olmuştu.
Daha sonra bunu dile getiren mahalle muhtarları istifa etmek zorunda bırakıldılar ve oraya fabrika kuruldu. Ama bunlar birike birike toplumsal tarih ve bellekler oluşuyor. Kamuoyunda paylaşılması yerelde şu anlamda önemli. İnsanları birbirine bağladı, mahalleliler birbirleriyle kaynaştı. Bu tür konular onları ortak bir mücadele etrafında toplayabildi ve medya sayesinde de görünür kılındı.
Kamuoyu belleği ile ilgili başka bir şey söylemek istiyorum, 1980’den sonra dünyada “Sağlıkta Dönüşüm” diye ifade edilen programlar bir ülkede ortalama beş ila yedi yıl arasında kuruldu. Türkiye’de ise söz konusu değişim ancak 26 yıl sonra bütünlüklü olarak yaşama geçirilebildi. O zamandan beri de çatırdıyor. AKP’nin iddiasının tersine, maalesef toplumumuzun önemli bir bölümü sağlık güvencesi kapsamında değil.
Hatasız haberler
Ülkemizde muhalif gazeteler olarak tanımlayabileceğimiz gazetelerde sağlıkla ilgi yanlış ya da reklam haber hemen hemen yok gibi. Geçtiğimiz günlerde yaptığımız br çalışmaya dayanarak söylüyorum. Meseleyi ilgilenerek takip eden gazetecilerin hatasız haberler yaptığını söylemek isterim. Örneğin sağlık alanındaki haberler konusunda genel anlamda, haberlerin aktarılmasının merkezi TTB’dir.
Kamuoyuyla paylaşmak istediğimiz durumlar olduğunda, TTB’yle ve TTB’deki ilgili arkadaşla karşılıklı bir buluşma zemini gerçekleştiriyoruz ve bunun sonucunda gerektiği şekilde haber yansımış oluyor. Muhabir arkadaşlarımızla dayanışma içinde götürüyoruz bu meseleleri.
Hatası olan haberler ya da yanlış bilgilendiren haberler olmuyor. Gıda alanındaki haberlere bakıyoruz, hatalı haberler göremedik pek ama diğer yayınlarda reklam bağlantılı ve popüler bilgileri içeren haberler oluyor.
Belirli mecralarda hatasız haberler moralimizi yerine getirdi ama diğer yerde gıda plastik alanla, estetikle, sağlıklı yaşamla ilgili haberler ama özü itibariyle sağlıklı yaşamla ilgili olmayan haberler görüyoruz.
Barış için akademisyenler
[Barış İçin Akademisyenleri, Akademisyen-Medya ilişkisi üzerine] Biliyorsunuz yargılamalar Aralık 2017’de başlamıştı. 2212 imzacı olmasına rağmen Kasım 2018’e kadar 520 akademisyene dava açıldı, şu an bildiğim kadarıyla 666 kişiye açılmış durumda. Hapis cezası kesinleşenler de var, daha davası görülmeyen hocalarımız da.
Bir örnektir benim hayatım için. Bilgi bir şekilde haber ve arşivlendiğinde tarihsel bir alanda bu konunun hesaplaşılması için bir veri bankası haline geliyor. Barış İçin Akademisyenler için bir veri bankasına ihtiyaç var.
bianet bu noktada bir veri bankası haline geldi. Hem habercilik yapıp günlük olarak onu koyuyor hem de biriktirdikleriyle ilgili, kendisiyle ilgili savunma yapacak arkadaşların, bianet’i kaynak alıp kim nasıl söylemiş ne söylemiş, tam metin verdikleri zaman onlardan yararlanıyorlar.
TIKLAYIN - Akademisyen Yargılamaları
TIKLAYIN - Barış Akademisyenlerinin Beyanları
Hayata karşı bakışta örtüştüğümüz noktalar da çok fazla. Türkiye'nin geldiği bu durumda medyayla böyle bir ilişki, beni iç huzuruna götürüyor. Bana çok iyi geliyor.
Yerel seçimler
[Yerel seçimler ve medya üzerine] Yerel seçimler konusunda da, hepimiz biliyoruz ki 2017 sonu itibariyle yapısal krizler, kişi başına düşen milli gelirin azalması, dövizde artışların önlenememesi, inşaat sektöründe var olan sorunlar derken, bu meseleler 'görünür olmadan seçime gidelim seçmenimizi kaybetmeyelim' kaygısı öne çıktı. 24 Haziran 2018 erken genel seçimini böyle yaşadık. Ancak, Ağustos 2018’den itibaren ekonomik kriz bütün sıcaklığı ile yaşanıyor olmasına karşın muhalefetin gündemi olamadı. İktidar hemen yerel seçimleri gündem yaptı ve Eylül sonu, Ekim başından itibaren adayların adları tartıştırılmaya başlandı.
Yerel bir seçimin bu kadar merkezi tartışıldığını daha önce hiç görmedim. Bu kadar merkezi belirlemelerle yürüyen bir seçim çalışmasını ilk kez görüyorum. Yerel yöneticiler seçilecek olmasına karşın, meclis üyeleri dahil tüm adayları hemen hemen bütün partilerde parti merkezi ya/ya da parti başkanı belirliyor. Benin için bir başka ilginç yanı da iktidar, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi üç metropol için o kentlerde yaşamamış olan adaylar göstermiş olması. Ayrıca, İstanbul ve Ankara’da iktidar tarafından görevden alınan kendi kadrolarından büyükşehir belediye başkanlarıyla ilgili olarak muhalefet bugüne kadar herhangi bir söz kurmamış olmasını da dikkat çekici buluyorum.
Süreç itibariyle, tartışmalara karşı muhalefetin bütün unsurlarının yeterince tutum almadığını düşünüyorum. İktidar ekonomik ve sosyal olarak en zayıf döneminde ancak bu zayıflığı muhalefetin doldurması yönünde yeterince güçlü, etkili, tabana dayanan adım yok maalesef.
Partisiz muhalefet
Esasında 2019 itibariyle referandumdaki muhalefetin başarısı partisiz olmaktan geçiyor sanıyorum. Hızlıca önce sol-sosyalist yapıların içinde olduğu, diğer alanlarda da beraber olunabilen yerler oldu Hayır Meclisleri. Doğrudan demokrasi pratiği değil elbette. Ama bir deneyimdir Türkiye için. Ancaki bu durum siyasi özneler olmadan siyaset yapalım anlamına gelmemeli. Bu deneyim birlikte, etkin tutum alınabildiğinin bir örneği olarak okunmalı, dersler çıkartılmalı.
2019 yerel seçimlerine giderken de, kendi adıma söyleyeyim çok çaba gösterdim. Siyasetin yerellerde tartışılması için seçimlerde yerel meclislere yer vermeliydik. Bu süreci motive edecek büyük halka boş kaldı gibi geliyor bana.
Siyaset ortamında varsak siyaset yapma kararlılığında da olmak gerekir. Siyasetin yerellerde tartışılması gerekir diye düşünüyorum. Hedeflerimiz aynı ama öznelerin seçimin sahibi olması motivasyonu boş kaldı.
Artık medya ne kadar güzelleme yaparsa yapsın ben merkez medyanın kurtaramayacağı bir durumun görünür olduğunu düşünüyorum.
Halkın ne durumda olduğunu, hükümetin politikalarının nasıl işlediğini, pahalılık ve ekonomi itibariyle her şey bizzat kişilerin yaşam alanlarında kendiliğinden deşifre oldu artık. Medyanın hali de nasıl bir durumda olduğumuzu aslında gözler önüne seriyor.
Büyük şehirlerde belediye seçimlerinde AKP kaybederse, bu Türkiye’de muhalefetin önünün açılması için bir kırılma noktası haline gelecek.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında
Akademisyen, araştırmacı ve halk sağlığı uzmanı. Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) Toplum ve Hekim Dergisi Editörü, International Association for Health Policy (Europe) yönetim kurulu üyesi, HDK 7. ve 8. Dönem Eşsözcülüğü, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği, Türk Hematoloji Derneği ve Türk Sosyal Bilimler Derneği ve Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) üyesi.
1961'de Ordu'da doğdu. Lise öğrenimini Kuleli Askeri Lisesi'nde tamamladı. Gülhane Tıp Fakültesi'nden 1985'de mezun oldu. 1991'de halk sağlığı uzmanı, 1993'te epidemiyoloji yan dal uzmanı, 1996'da doçent oldu. 2002'de profesörlüğe atandı.
Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde (TODAİE) 1998-2001 yıllarında Kamu Yönetimi Yüksek Lisans Programında konuk öğretim üyesi oldu. 2001- 2016 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüttü. 1 Eylül 2016'da yayımlanan 672 sayılı KHK ile kamu görevinden çıkartıldı.
Toplam 164 makalesi var. Makalelerinin 22'si SCI, SCI-Expanded ve SSCI indeksleri, 7'si diğer uluslararası indeksler kapsamında. 135 makalesi ise ulusal hakemli dergilerde. Bütün makalelerine toplam 448 atıf bulunuyor ve atıfların 160'ı yine SCI, SCI-Expanded ve SSCI indekslerindeki süreli yayınlarda. Uluslararası düzeyde 16, ulusal düzeyde 72 bildirisi, 37 kitap ve/veya kitap bölümü yazarlığı var.