dolanır mı hiç acı
dolanır mı durup dururken kuşun uykusuna!
Dolanmaz!
...
Hepsi!
Bir coğrafyada bin kültürden nakış bir tepsi!
...
onlar ki, asabi ve sahici sevdada mest,
cesaretleriyle
yarda tek, kavgada çokturlar!
...
Sokul o zaman sessiz hışmınla kör talihin sana edeceği oyuna
Ve bul Dicle'yi, ver kalbini, al kabrini, sonra var git yoluna!"
Küçük İskender / Dicle ile Fırat
Belki de yazının başlığı "Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olmanın dayanılmaz ağırlığı" olmalıydı.
Neden derseniz başlayalım sıralamaya: En başta gelen sorun işsizlik ve istihdam. Şehirde bizzat yetkililerin açıklamalarıyla yüzde yetmişlere dayanan işsizlik var. Hele, hele son yirmi yılın şiddet ikliminin şehirde yarattığı nüfus yığılımının boyutları da dikkate alınırsa sorunun vahameti anlaşılır oluyor. Yakın zamanda halkı dinleyen Belediye Başkanı Osman Baydemir'in yine halka hitaben açıklamasında, sorunlarıyla ziyarete gelen her yüz kişiden 96'sının iş talebiyle gelmesi çarpıcı.
Bir başka problem şehrin altyapısı. Gerçi giderek çözüm yoluna giriyor ama, yine de sürekli büyüyen bir şehir olarak yeni sorunlara çareler aramak yine belediyeye düşüyor.
Yine bir diğer önemli sorun siyaset! DEHAP'lı belediye başkanının partisi seçim sisteminin garabeti sonucu son birkaç seçimdir hatırı sayılır oranda oy almasına rağmen parlamentoya giremiyor. Uygulanan baraj sistemi engel. Türkiye'de parlamento dışı muhalefet genel kabul gören bir yöntem olmadığından siyaset yapmak da partinin seçilmiş belediye başkanlarına düşüyor. Bu demek değildir ki parti tüzel kişiliği siyaset yapmıyor. Elbette yapmaya çalışıyor da, halk nezdinde beklenen siyaset, belediye başkanlarından!
İşte son iki örneği Diyarbakır'ın bir önceki (Feridun Çelik) ve şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanları. Halk, kendilerinden yol, su, park kanal gibi hizmetlerin yanında siyaset yapmalarını da istiyor. Bu da ciddi bir handikap. Elbette ki bu ve buna benzer problemler -ki bir kısmı belediyelerle ilgilidir- klasik anlamda belediyecilik yapmaya engel teşkil ediyor.
Bu yazının asıl sebebine gelirsek! Ben Osman Baydemir'i bir avukat, sivil toplum aktivisti ve hak ihlallerini kovalayan bir İHD'li olarak bilir ve tanırdım. Kendisiyle yakın diyalogum 2000-2001 yıllarında hazırladığım ve 2001 Ekim ayında Metis yayınları arasında çıkan "Güneydoğu'da Sivil Hayat" kitabım nedeniyle olmuştu.
O zamanlar Diyarbakır İnsan Hakları Derneği başkanı olan Osman Baydemir'e bir dolu soru sormuştum. Yanıtlarken bir yerinde demişti ki; "Yaşam hakkının büyük ölçüde ihlal edildiği bir coğrafyada, ... siz bir insan hakları savunucusu olarak, örneğin çevre hakkını, dayanışma hakkını kamuoyunun gündemine getiremiyorsunuz....Diyarbakır kent merkezinde günde sekiz kişinin faili meçhul bir şekilde saldırıya uğradığı, yaşamını yitirdiği bir ortamda insan hakları savunucuları doğal olarak kentli haklarını kamuoyunun gündemine getiremedi."*
Aradan 4 koca yıl geçti ve 2004 yılı Mart ayı sonunda Osman Baydemir, şehrinin yüzde altmışının oyuyla Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Hemen seçimlerden bir kaç gün sonra bir başka çalışma nedeniyle kendisiyle yaptığım röportajda bu kez yeni döneme ilişkin aynen şunları söylüyordu:
"Bir yönüyle 16-17-18 yıllık çatışma dönemi içerisindeki bakış açısına sahip kadrolardan vazgeçmemiz gerekiyor. Onlar travma kadrosuydu. Travma kadrolarından vazgeçmemiz gerekiyor. Yerine rehabilitasyonu gerçekleştirecek, kaynaşmayı sağlayacak, devletle yurttaş arasında oluşan uçurumu kapatacak, kaybolan güveni tekrar tesis edecek bir kadrolaşmaya gitmemiz gerekiyor." **
İşte sözün tam da bu noktasında geçtiğimiz günlerde 28 Temmuz-9 Ağustos tarihleri arasında Diyarbakır'da yaşanan/yaşatılan, sonrasında da "Hevsel Krizi" olarak aşırı derecede abartılan konuya değinmekte yarar var. Biliniyor işte! Mardinkapıdaki polis noktasına bir bomba atılması, akabinde bir bekçinin yaşamını yitirmesi ve sonrasındaki ölümlü olaylarda da bombalama olayının sorumluları oldukları emniyetçe ifade edilen iki kişiden birinin ailesine taziyeye gidilmesinin etrafında yaratılan gerginlik.
Tam da Osman Baydemir'in 4 yıl arayla yaptığı iki röportajda ifade ettiği noktalara denk düşüyordu yaşananlar. Sürekli hak ihlalleriyle uğraşan ve bu işi adeta varlık nedeni olarak kabul eden bir şahsiyetin böylesine kendine yönelik hak tecavüzü ile karşılaşması belki de kendisi açısından sürpriz olmamıştı.
Kentli hakkını, kentin atanmış yöneticilerine karşı savunmaya, gündeme getirmeye çalışan seçilmiş bir kent yöneticisinin, geçmiş dönemin travma kadrolarınca medyanın bir bölümünü de arkalarına alınarak infazcılığa soyunulmasına tanıklık ürküntü vericiydi.
Masum ve paylaşımcı bir taziye geleneğinin bunca paranoyasına tanıklık edince ister istemez Sezen Aksu'nun şarkısını mırıldandım, günler gecelerce.
Eller günahkâr, diller günahkâr.
Bir çağ yangını mı bu,
Dünya günahkâr.
Masum değiliz.
Elbette masum değiliz. Hem de hiç birimiz. Şehrinin her üç seçmeninden ikisinin oyunu almış ve başkanlık koltuğuna oturmuş bir yerel yöneticisini sanki Ankara'dan atanmış gibi alaşağı etmeye çalışmak hırçınlığı. Siyaseten kendisi de bir zamanlar bu mantığın mağduru olmuş eski belediye başkanı yeni Başbakan ise tek söz etmiyor, çiçeğine ettiriyordu.
Ettirsin bakalım! Diyelim ki yakın zamanda sayın Baydemir'in heyecanla savunuculuğunu yaptığı Barış politikalarına, Baydemir'in bizatihi kendisinin müdahil olması gerektiği nedeniyle ona ihtiyaç duymak zorunda kaldınız! O zaman ne olacak. Kusmuklar koca bir değirmen şakşakı gibi girerken de çıkarken de suratlara çarpmayacak mı? Ya da sayın Osman Baydemir ve onun şahsında üzmek zorunda kalınanların yüzlerine nasıl bakılacak.
Allahtan ki, hâlâ Osman Baydemir'in de dillendirdiği "İlla ki Barış" söylemi, söyleyenin şahsında en büyük şans. (YS)
* Şeyhmus DİKEN, Güneydoğu'da Sivil Hayat, Metis, siyah-beyaz kitaplar. Sayfa 151. İstanbul, Ekim 2001.
** Ruşen ÇAKIR, Türkiye'nin Kürt Sorunu, Metis, siyah-beyaz kitaplar. Sayfa 152. İstanbul 2004.