Şu işe bir bakın: Litvanya'dan Kazakistan'a kadar bütün ülkelerin yerel yöneticileri bu etkinliğin nasıl bir şey olduğunu biliyorlardı. Nasıl olduysa etkinliğin nasıl bir şey olduğunu bir tek ev sahibi belediye fark edememişti! Çocuklar İstiklal Caddesi'nde yürüyüşe çıkana kadar diyelim ki haberleri olmadı. Çelişki ortaya çıktığında hemen bir karar değişikliği yapılabilirdi. Bu sivil karakterli gösteriden ve çocuklardan ayrı olarak bu palabıyıklı adamlar ellerinde davullar, bellerinde kılıçlar ile gösteri yapabilirdi...
Mehter takımı ile çocuklar nasıl korkutulur?
Ama hayır! Minik misafirler bekleşirken mehter takımı öne geçti! Çocukların kulaklarını patlatırcasına davullarına vurarak yürümeye başladılar. Çocuklar şaşkın bir biçimde başlarına geleni anlamaya çalışıyorlardı. "Misafirlere ayıp ediyoruz" diyen de olmadı. Ellerindeki telsizleri ile gösteriyi güya organize ettiklerini zanneden belediye yöneticileri temsili olarak da olsa misyonlarını yerine getirdiler. Hazır çocuklar kendi ayakları ile gelmişken onları sanki egemenlikleri altına aldıkları ülkelerin 'güçsüz' temsilcileri olarak halka bir güzel sergilemeyi tercih ettiler.
Bu rast geldiğimiz ilk olay değil elbette ki. Buna benzer olayları uluslararası buluşmalarda, konserlerde sürekli izliyoruz. Okullarda onca değişik folklor grubu varken, bu sevimli küçük çocukları mehter takımı ile ezmeye çalışmak; onların müzik aletlerinin seslerini davul gümbürtüleri ile bastırmak; olsa olsa düştüğü en komik durumlarda bile ne yaptığını fark edemeyen saplantılı bir ruh halinin göstergesi olabilir.
Türkiye'de seçtiğimiz yöneticiler ellerine geçirdikleri her fırsatta neden güç gösterisi yapmaya ihtiyaç duyuyorlar? Yoksa biz her koşulda kendi gücünden kuşku duyan, iktidarını sürekli ispatlama ihtiyacında olan, kendisini tehdit altında hisseden, temsil ile gerçeği birbirine karıştıran, 'manik ötesi' saplantıları olan bir topluluk muyuz?
Türkiye'de Türk mahallesi kurmak...
Galiba düştüğümüz bu durumu algılayamayacak kadar savunmadayız. Kendi yaptığımıza şaşırmıyoruz. Öyle bir gözbağımız var ki, şaşmak bir tarafa gülünç bir duruma düşmek için giderek daha da fazla ısrarlı hala geliyoruz. Oysa bizim yaptıklarımızı belki bir başkası yapsa, belki şaşıracağız. Örneğin Fransa'ya gitsek ve Paris'in ortasında kent yönetimi tarafından "Fransız Mahallesi" diye adlandırılmaya çalışılan bir semt görsek, şaşırmaz mıyız? "Ne tuhaf, acaba bu Fransızların Paris'in kendilerine ait olduğundan bir şüpheleri mi var?" diye düşünmez miyiz?
Oysa bu tür bir durum İstanbul'da olduğunda, İstanbul'da bir "Türk Mahallesi" yapılmaya kalkışıldığında hiç şaşırmıyoruz. Üstelik bu mahalleyi oluşturan evlerin bugün 'koruma' adına yıkılıp uzmanların projeleri doğrultusunda yeniden yapılacağını düşünürsek: Geçmişte orada kimlerin yaşadığı, ahşap yapıların mimarisinin neden neoklasik denen bir stilde olduğu gibi soruları kendi kendimize sorduğumuzda, yaptığımıza şaşırmak için çok daha fazla nedenimiz varken!
Bitmeyen mücadele: İstanbul'u yeniden fethetme ihtiyacı!
Fetihten 550 yıl sonra caddelerden ve meydanlardan kadırgalar yürütmemiz kadar, kalıcı bir düzenleme olarak metro istasyonlarını hiçbir sanatsal değeri olmayan fetih temalı çinilerle donatmamız da çok şaşırtıcı.
Böyle bir şeyi başka şehirlerde görsek, en azından bu tür tarihi olayları müzelerde belgelemek, doğru dürüst sergilemek mümkünken neden derme çatma etkinliklerle ve uygulamalarla sürekli gündelik hayata taşınmaya çalışıldığını merak ederiz.
Unutmamak gerekir ki kültür varlıkları gibi uzmanlıkların alanına giren konuları dahi hâlâ ideolojik platformlarda tartışıyoruz: Kültür mirası konusundaki çelişkilerimiz hâlâ ideolojik: "Bizans, diyerek onlar bu kenti bizim elimizden almak istiyorlar. Camileri müze yapmak istiyorlar! Bu yüzden tarihin izlerini silmeli, geçmişten kalan her şeyi kendimize mal etmeliyiz."
Hiçbir zaman açık olarak dile getirilmese de kentin aklını peynir ekmekle yemesi anlamına gelen bu korku, kent siyasetini yönetiyor. Diğer tarafta akademya ve aydınlar ötekini temsil eden 'Bizans'a dönüşüyor.
Metaforun bu durumda (iktidar ele geçirilmiş olduğuna göre) temsil kabiliyetini kaybettiği ve halkın iktidarı ele geçirmesini değil, 'saray içi' bir mücadeleyi simgeliyor. Böylece bir bakıma periferinin temsilcilerinin simgesi olması gereken fetihçilik, iktidardaki yerini sağlam hissetmeyen, kendisini sürekli tehdit altında gören yönetimin kendi gölgesi gibi yanından ayrılmıyor. İktidar, muhalefetteymiş gibi, sürekli kentin kendisine ait olduğundan şüphe duyuyor. Sürekli bir gün elinden alınacağı korkusu ile yaşıyor. Fetihçilik bir metafor olarak kendisini yeniden üretiyor. İktidar alanının içine taşınmış bulunan çelişkileri belirleyen bir araç olarak işlev görüyor. Bu nedenle bu korkuyu yeniden okumayı önermemiz gerekiyor. Mesele henüz anlaşılmış değil.
İstanbul'un modernleşmesinin tepeden inmeci bir uzmanlık paradigması ile yürütülemeyeceği artık ayan beyan ortada. Halk yönetim işlevlerinden yararlanmak yerine, kurtulmak için uğraşmakta. Bütün uzmanlık bilgileri, biçimsel sorunlar ve bir kesimin kendi çıkarını dayatması olarak görülüyor ve işlevini yitiriyor. Bu nedenle olsa gerek, fetihçilik ideolojisi sürekli muhalefetten iktidara taşınarak modernleşmenin beynini yiyor. (KG/TK)