"Dönüşüm için bir fırsat var. O güç ilişkileri içinde bunu ne kadar yapabileceğiz hayat gösterecek.”
"Dört Akademisyen'in Berlin'i" yazı dizisi, yaklaşık bir buçuk yıldır Berlin'de olan Nil Mutluer ile Türkiye'den gelen akademisyenlerin deneyimledikleri karşılaşmalara dair söyleşi ile başlıyor.
İstanbul'daki Nişantaşı Üniversitesi'nde Sosyoloji Bölüm Başkanı'yken Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisine verdiği imza sebebiyle işten atılan Yrd. Doç. Dr. Nil Mutluer, şimdi Humboldt Üniversitesi'nde "Modern Türkiye" ve „Cinsellik ve cinsiyetin kesişim alanları" derslerini veriyor.
Bir buçuk yıldır Almanya'da yaşayan Mutluer, buraya geldiklerinden beri yaşadıkları karşılaşmaların ana hattını şu şekilde anlatıyor :
“Ana akım yaklaşım medyada, akademide, bürokraside ve toplumda kendini bir anlamda klasikleşmiş kutsal üçgen olarak gösteriyor: Biz 'mağduruz'; Erdoğan bizi mağdur eden 'diktatör' ve Batı 'kurtarıcı'. Mutluer, bu anaakım yaklaşımın dışında kalan kişilerin varlığının buradaki eleştirel alanı yaratabilmek için önemine de dikkat çekiyor.
“Doğru, mağduriyet yaşadık, yaşıyoruz ama sözümüz mağduriyet olmamalı“ diyen Mutluer, mağduriyet söyleminden yeni, yaratıcı ve mağdur bırakan failden bağımsız bir yaklaşım ve oluşumun kurulamayacağını ifade ediyor. “Ana akımın kutsal üçgen yaklaşımını aşabilecek potansiyel var ancak, bu sadece yerel ve ulusaşırı alandaki güç ilişkileri ve onlar içindeki potansiyelimizi anlayarak gerçekleştirebiliriz” diyerek dönüşüm fırsatına dikkat çekiyor.
“Anaakımdaki kutsal üçgen”
Türkiye’den gelen akademisyenler Almanya’da nasıl karşılandı?
Anaakım yaklaşım medyada, akademide, bürokraside ve toplumda kendini bir anlamda klasikleşmiş kutsal üçgen olarak gösteriyor: bir mağdur var, bu biziz -Türkiye'den çıkmak zorunda kalanlar-; bizi mağdur eden bir fail, bir “diktatör” var, bu Erdoğan, bir de kurtarıcı var, o da anaakımda her daim olduğu gibi “Batı.”
Elbette bir yanda da bizi olduğumuz gibi anlamaya çalışıp içinde yer almamızı sağlayan alternatif yapılar, gerçekten dayanışmalarını hissettiğimiz insanlar her alanda var.
Almanya’nın devlet olarak yaptığı dayanışma da diğer devletlerle kıyaslanamayacak gibi. Burs imkanları yaratmaya çalıştı. Bu önemli bir nokta. Bunu takdir etmek lazım. Ancak ana akımda bahsettiğim üçgen etkili. Kurtarılmış mağdur olarak konumlanmak esas söyleyeceğiniz sözün sürekli sizin için yaratılan pozisyondan okunmasına neden oluyor. Ben şahsen gerekli olduğunda bu pozisyonun farkında olduğumu ve bundan hoşnut olmadığımı dile getiriyorum. Sonra, daha dinlenir oluyorsunuz. Veya ana akım yaklaşımı gerçekten de benimsemiş olanlar bu durumdan hoşlanmıyorlar, o zaman da samimi olmayan ilişkiler uzamamış oluyor.
Buradaki bir diğer karşılaşmam da beni oldukça şaşırttı: Akademinin kendisini pazar (market) olarak görmesi. Neoliberal düzende bu şaşılacak bir şey değil. Bu neoliberal düzen sadece Almanya’nın da sorunu değil. Şaşırdığım bunun zaman zaman yılların profesörleri tarafından bile sanki olması gereken buymuşçasına açıkça benimsenmesi ve söylenmesi. Yani akademi yerine pazar kavramının rahatça kullanılması. Akademiye pazar olarak bakıldığında fikir özgürlüğü ile ilgili sıkıntı pazarın ihtiyacına göre bilgi üretmek doğrultusunda şekilleniyor, ki bu bir sorun. Kısaca, Erdoğan’ın akademiyi bastırması işin en açık kaba şekilde yapılmış hali olsa da, bilginin üretiminin pazarın ihtiyacı doğrultusunda şekillenmesi, araştırma fonlarının fon kuruluşlarının taleplerince belirlenmesi zaten akademinin bugünkü hali ile ilgili de epey bir fikir veriyor.
"Sözümüz mağduriyet olmamalı"
Almanya’daki medyanın Türkiyeli akademisyenlere yer veriş şekli nasıl?
Medyaya vermeye çalıştığımız mesajların çoğu tam anlamıyla bizim istediğimiz gibi duyulmadı. Elbette bizlere eşit mesafe ile yaklaşan söylediklerimizin detaylarını önemsemeye çalışan medya mensupları da oldu. Ama bunların sayısı azdı. Birçoğumuzla görüşüldü, hala da görüşülüyor. Farkettiğimiz ortak genel nokta şu; bir kaç tane kritik eleştirel basın mensubu dışında, basın genelde bizimle görüşmeye kafalarındaki mesajla ve bizi koymak istedikleri pozisyonla geliyor. Bizimle konuştuktan sonra da biz sadece onların argüman ve pozisyonlarının vücut bulmuş haline geliyoruz. O zaman da söylediklerimiz yarım kalıyor.
Ne Kürt meselesini ne de Türkiye’deki gelişmelerin farklı yanlarını konuşabiliyorsun. “Kötü bir Erdoğan var, o bize kötülük yaptı, batı bizi kurtardı” kalıbı ile karşı karşıyayız. Ama bu yeni bir ideal mağdur yaratma senaryosu. Tamam, Erdoğan’ı konuşalım, eleştirelim elbette de, Türkiye’deki kurumsal yapı, bu yapının yaşananlardaki rolü hakkındaki detayları konuşmaya, bunları duymaya tahammül yokmuş gibi bir hava var. Mültecilere yönelik politikaların sıkıntıları, silah anlaşmaları gibi konulara giremiyorsun bile zaten. Tamam biz “kaçtık geldik” ama Batı da haylice angaje Doğu'da olanlara.
Doğru, mağduriyet yaşadık, yaşıyoruz ama sözümüz mağduriyet olmamalı. Mağduriyet söyleminden yeni, yaratıcı ve mağdur bırakan failden bağımsız bir yaklaşım ve oluşum kurulamaz. Bize verilebilecek saygınlık sesimizi de duymaktan geçiyor.
"Bilgilerimizle işin içine girmeliyiz"
Akademi bu karşılaşmanın neresinde?
Akademide çok hoş eleştirel, bizle beraber iş yapmak isteyen insanlar var. Katıldığım bir toplantıda dile getirdiğim şu iki eleştirel noktaya kimse itiraz etmedi mesela:
İlk eleştirim şuydu; Almanya akademisi de güvencesiz olduğu için Almanyalı meslektaşlarımız bizimle çok dayanışamıyor çünkü kendi dertlerinin peşindeler ve neoliberal güvencesiz sistemde haklılar da.
İkincisi; bir yandan uluslararası olma derdi var ama, Almanya akademisi kendi içine kapalı bir akademi. Bu yapıyı uluslararası kılabilmek için bizim akademik sürgünlükten çıkıp bilgilerimizle işin içine girmemiz lazım. Onu yapmaya çalıştığımız her noktada “doğulu ideal mağdur” haline itilmemiz var. Sanki bizim kendi mağduriyetimizden yakınmak dışında söyleyecek bir sözümüz yokmuş, olmamalıymış gibi! Bu çok sıkıntı verici.
Almanya’daki kamuoyunun Türkiye’den gelen akademisyenlerle ilişkileri nasıl?
Erdoğan alerjisi her yerde var ve onun mağdur ettiği insanlar olarak bize sempatiyle yaklaşıyorlar. Ancak bizim mağduriyetimizin tek kaynağı Erdoğan değil ki! Dediğim gibi Türkiye’deki “derin yapıların, Almanya’nın dış politikasının vs. paylarını görmek için ayrıntılara bakmaya gerek var. İnsanlar da anakımdan bilgi ediniyorlar en çok ama detayları öğrenmeye hevesli çok insan da yok zaten. Onlar stabil hayatlarına devam etmek istiyorlar. Şu anda çok kendi işleriyle meşguller gibi. Bizim gelmemizden rahatsız olduklarını düşünmüyorum.
Bizle ilişkilerini nasıl kuracaklarını çok düşünmüyorlar. Aşırı sağın yükselişi önemli bir gündem. Her milliyetçi yükseliş içe kapanmayı da beraberinde getirir, daha muhafazakar adımlar atılabilir. Daha sevimsiz bir yöne ilerleyebilir.
Çok dayanışma gördüğümüz insanlar da var.
"Ama sen Türkiyelisin"
Almanya ile yanyana gelen kelimelerden biri de bürokrasi. Sizin bürokrasi ile karşılaşmanız nasıl?
Bürokrasi içinde Türkiyelilere karşı bir önyargı var. Almanca öğrensem bile bürokratik süreçlerde İngilizce konuşmayı tercih edebilirim. Türkiye’den gelen Almanca konuşan, hele de benim gibi kötü Almanca konuşan biri olmak tepki çekiyor. Bu bir önyargı ve benim için çok önemli değil, işimi kolay çözsün diye o anda Almaca konuşmamayı tercih edebilirim. Hiçbirimiz öğrendiğimiz herhangi bir dili anadili gibi konuşmak zorunda değiliz. Dilimizdeki nüansların dışlama vesilesi olduğunu görmek sıkıntı. Bizim memlekette de “İstanbul Türkçesi” olarak adlandırılan egemen lehçeyi konuşmayanların zaman zaman yaşadıkları bir durum bu.
Bürokrasi de bu tip ayrımcılıkları yaratanlar kadar, ayrımcı olmamak adına idealist bir şekilde işinizin çözülmesi için uğraşanlar da var. Dil bilmese de iki kelime Türkçe'yle espri yaparak, çözüm için uğraşanlar var. Bu da Türkiye'den farklı değil bu haliyle.
Bürokratlar homojen bir grupmuş gibi yaklaşmamak lazım. Bürokrasinin sert yapısı içinde insanların da sertleştiği, ama yine de o alanları bulabildiğin bir yer var. Ama bürokrasinin kendisi çok ezberci. Burada bürokrasi ile karşılaştığımda Weber'in bürokrasi için demir kafes demesinin nedenini anladım. Bürokrasinin kural ve şablonlarına uyuyorsan rahat ezberci bürokratlar için, onların biraz dışına çıkıyorsan yaratıcılık çok sınırlı. Ve her şey kurallara uygunsa da “Ama sen Türkiyelisin” hissinin varlığını havada duyabiliyorsun. Ayrıca, kuralına uydurulan bir dolu durumu da gözlemliyorum. Bürokrasi her yerde benzer.
Türkiye’den sonra Almanya’da devlet ne kadar hayatın içinde?
Türkiye’de devlet özgürlüklerimizin de içinde, burada öyle değil. Ama Almanya'da da devlet ne kadar özgürlüklerin içinde değil, buna tekrar tekrar bakılması gereken çok alan var.
Örneğin kürtaj. Almanya’da yasada yok. Kürtaj olmak isteyen komisyona başvuruyor ve düşünme süresi veriliyor kendisine ama istiyorsa kürtaj olabiliyor. Yani, uygulamada var ama, bir komisyon eşliğinde. Türkiye’de bugün kürtaj yasal ama, Erdoğan'ın son konuşmasından bu yana devlet hastanelerinde neredeyse uygulanmadığı da malum. Kısaca devlet bireyin özgürlüklerinin içinde sadece siyasi yaklaşımına göre pozisyonu değişiyor.
Bir yanıyla her şeyi konuşma özgürlüğüm var, diğer yandan sınır nerede başlayıp bitiyor? Avrupa’da din ve inanç özgürlüğü açısından özgürlükler olduğunu biliyoruz ama güç hiyerarşisi içinde öyle mi? Hemen hemen çoğu resmi tatilin inanç çevresinde şekillenmesi örneği var.
Veya Kürtler için önemli olan bazı semboller Almanya'da terör örgütü propagandası kapsamında yasak. İfade özgürlüğünün neresinde değerlendireceğiz bu durumu?
Bunlar tabi ki modern ulus devlet olmanın halleri.
Almanya’ya gelirken bana herkes “Çok rahat edeceksin, sosyal devlet” dedi. Diğer Avrupa ülkeleri gibi değil, birçok imkan var bu doğru. Ancak, pratikte aile kurumunda her şeyi hala kadın, anne yürütür halde. Karar mekanizmalarındaki kadın-erkek sayısındaki gözlemim pek iç açıcı değil. Gene de bunların yanında tüm bu uygulamaların tartışılıp eleştirildiği çok özgürlük alanları da var tabi.
"Kutsal üçgeni' aşabilecek potansiyel var"
Burada yaşanan karşılaşma nelere yol açabilir?
Burada bir şans var. Şu anda Almanya’ya sadece Türkiye’den değil Suriye’den, Yemen’den ve daha birçok yerden çok sayıda eleştirel akademisyen, gazeteci, sanatçı geldi. “Batı” bunun farkında değil ama bu insanlar kendi coğrafyalarındaki bilgi ve değerleri kadar Batı'nın değerlerini de bilen insanlar. Her iki tarafı da biliyorlar. Buradan yeni sistematik bilgiyi çıkarma fırsatı var.
Hepimizin ortak sıkıntılarına çözüm üretecek alan var, bunun farkında olan meslektaşlar kurumlar insanlar her düzeyde var, hükümet içinde de var. Ama güç ilişkilerine o söz çıkmıyor henüz. O kutsal üçgene gidiyoruz.
Bu “kutsal üçgeni“ aşabilecek potansiyel var. Yeni diasporanın bu potansiyele son derece hazır olduğunu düşünüyorum. Sadece Türkiye olarak da düşünmeyin çok ulusaşırı düşünelim. Herkesin ulusaşırı bağlantıları var ve burada çok kıymetli bir grup insan var. Çok hoş yaratıcı insanlar ve bu insanlar eleştirel düşünüyor.
Bütün bunlardan yeni düşünce, akademinin sadece buradaki sorununu değil genel sorununu düşünebilecek sistematik bir bilgi çıkabilir. Konu, anakım buna hazır mı değil mi, bizim gibi eleştirel düşünen akademisyen meslektaşlar ne kadar güç bulabilecek?
Uluslararası bakış açımızı kaybedersek işimiz biter. Eleştirel bakışı korumamız gerekiyor. Bundan sonra bir örgütlenme şansı olabilir. Sadece Türkiyeli akademisyenler değil, yeni diaspora ve eleştirel düşünen Almanyalılar bir araya gelmeler başladı. “Sizi de öğrenmeye başladık burada sizin de hatalarınız var“ dediğimizde devlet bürokratları dışında “Ne haddine“ diyen kimse yok, aksine buna katılanlar var.
Dönüşüm için bir fırsat var. O güç ilişkileri içinde bunu ne kadar yapabileceğiz hayat gösterecek.
Bunu bir fırsat olarak görmeli. Tabii ki Türkiye’den çok daha demokrat bir ortamdayız. Ama iyileşebilmek, sadece buranın değil Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun geleceğini düşünebilmek için, bu düşüncenin çıkabileceği bir zamandayız. Mücadeleye devam ediyoruz ve sonrasını da düşünmek gerekiyor. (BK)
* Fotoğraflar: Beyza Kural / bianet
DÖRT AKADEMİSYEN'İN BERLİN'İ
Nil Mutluer: Kalıpları Aşmak İçin Fırsat Var
Zeynep Kıvılcım: İki Ülkede de Üniversiteler Aynı Sistemin Baskısı Altında
İlticaya başvuran bir akademisyen anlatıyor: "İlticaya Başvuru, İnsanı Sıfırlayan Bir Süreç"
Kaya: Berlin'deki Mücadele, Türkiye'deki İhtiyaçlara Göre Şekilleniyor