bianet’in de gölge raporunu sunduğu, Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komitesi’nin 142. Oturumu, Cenevre’de düzenleniyor. Toplantılarda gündeme alınacak olan Türkiye ile ilgili bu yıl, farklı hak örgütleri alternatif/gölge raporlarını Komite’ye sundu.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) de 12 hak örgütüyle birlikte hazırladığı raporunda Türkiye'deki insan hakları ihlallerini değerlendirdi.
Türkiye’nin “insan hakları karnesi” BM İnsan Hakları Komitesi’nde tartışılacak
MLSA’nın Hukuk Birimi avukatlarından Muhammed Ünsal ile raporun içeriğini, insan hakları ve ifade özgürlüğü konularındaki ihlalleri ve Komite’ye önerdikleri çözüm yollarını konuştuk.
“OHAL düzeninin olağan hale geldiği dönem”
12 insan hakları kuruluşuyla birlikte BM İnsan Hakları Komitesi’ne sunduğunuz raporda, 2016 sonrası ortaya çıkan yeni durumun yarattığı değişikliklere vurgu yapıyorsunuz. Raporunuzda bu dönemi nasıl değerlendirdiniz?
2016 sonrası süreci kısaca OHAL düzeninin olağan hale geldiği, hukukun keyfi bir biçimde uygulandığı, yürütme ve yargının hukuka saygı göstermeme halinin standartlaştığı bir evre olarak özetleyebiliriz.
Bu anlamda Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen birçok hak konusunda ciddi problemler var. Öncelikle OHAL sürecinde oluşan yasa yapma pratiği… KHK’ların Meclis’te yasalaşması ile adeta yasa yapma sürecinin tamamen yürütmenin elinde olduğu durum 2017 sonrasında kurumsallaştı. Dahası yürütme, salt bir “terör soruşturması” olduğu gerekçesiyle belediye başkanını görevden alabiliyor ve birini atayabiliyor veyahut bir derneğin tüm malvarlığına el koyabiliyor. Bu gibi tedbirlerin bağımsız yargı tarafından alınıyor olması gerekirdi. Anayasa Mahkemesi ve HSK gibi yargı erkinin kurumlarının çoğu üyesi de yürütme tarafından atanıyor.
Dahası Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İnsan Hakları Komitesi gibi bağlayıcı organların kararlarına karşı sistematik bir uymama hali söz konusu. Bu mekanizmaların doğrudan kişiler nazarında verdikleri kararların uygulanmamasının yanında bu mahkemelerin içtihatları, değerlendirmeleri de göz ardı ediliyor.
Öte yandan sivil topluma, gazetecilere, insan hakları savunucularına ve genel olarak toplumdaki muhalif seslere yönelik bir baskı ortamı mevcut. Bu durum ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü ihlallerinde, keyfi ceza yargılamaları ve keyfi alınan idari tedbirlerde kendisini gösteriyor.
Ayrıca aktif bir LGBTİ+ fobi siyasal irade tarafından pompalanıyor, İstanbul Sözleşmesi, hukuki olarak yetkisi olmamasına rağmen Cumhurbaşkanı kararı ile geri çekiliyor.
Son olarak da, Türkiye devletinin, Sözleşme’nin azınlık hakları ile ilgili maddelerine çekincesi mevcut. Bu gerekçe Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine dayandırılıyor. Ancak bu yaklaşım modern insan hakları anlayışının çok gerisinde. Türkiye’nin BM standartlarını ivedi bir şekilde sağlaması gerekiyor. Bu resim Türkiye'nin Sözleşme’den kaynaklanan yükümlülükleri ile ilgili çok şey söylüyor.
Kitlesel gözetim ve veri sızıntıları
Raporunuzda, ana çalışma konunuz olan ifade özgürlüğü başlığında Türkiye’deki uygulamalara dair hangi tespitlerde bulundunuz, bu sorunlara dair ne gibi çözüm önerileri sundunuz?
İfade özgürlüğü ile yukarıda belirttiğim insan hakları mekanizmalarının bağlayıcı kararlarının sistematik bir biçimde uygulanmaması arasında sıkı bir ilişki var.
Türk Ceza Kanunu (TCK) 125, 216, 217/A, 299, 301, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 6/1, TMK 7 gibi maddeler üzerinden ifade özgürlüğüne yönelik keyfi bir uygulama var. İlk derece mahkemeleri, Sulh Ceza Hakimlikleri, savcılıklar, çoğunlukla Anayasa Mahkemesi veyahut AİHM kararlarını dikkate almıyor.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) da ana akım televizyonlar üzerinde bir sansür mekanizması işlevi görüyor. Hükümete yakın TV kanallarına neredeyse hiçbir ceza kesilmezken büyük çoğunluğu muhalif olan TV kanallarına ceza uygulanıyor.
İfade özgürlüğünün kesiştiği bir diğer alan da kitlesel gözetim ve veri sızıntıları. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) kitlesel gözetim mahiyetindeki eylemleri, diğer taraftan vatandaşlık verilerinin güvenliğinin sağlanamamış olması, ifade özgürlüğünün önünde bir caydırıcı etki olarak duruyor. Çözüm de hukuka dönmekten geçiyor.
“Yargı baskısı, toplumda korku atmosferi yaratıyor”
Raporunuzda yargı baskısından da söz ediyorsunuz. Bu yargı baskısının ifade özgürlüğü kısıtlamalarının da içinde bulunduğu baskıcı ortamdaki yeri nedir?
Yargı baskısı, bizim esasında ifade özgürlüğü terminolojisinde caydırıcı etki dediğimiz kavrama tekabül ediyor. Caydırıcı etkiyi salt ceza soruşturması olarak da anlamamak gerekir, idari soruşturma, idari tedbir, güvenlik soruşturması gibi birçok farklı düzlemde kendini gösterebilir. Tabii ceza yargılamaları bunun en ileri boyutu.
Bu durum sadece bireysel hakları ihlal etmekle kalmıyor, toplumun genelinde bir korku atmosferi yaratıyor ve demokratik katılımı engelliyor. Kanun maddelerinin öngörülemez ve keyfi bir biçimde uygulanmasının yanında, muğlak ve öngörülemez yeni ceza maddeleri de ekleniyor. Daha dezenformasyon yasasını konuşurken “etki ajanlığı” torba yasa ile meclisin önüne geldi.
“Veriler açıklanmayınca problemlerin tespiti zorlaşıyor”
Raporunuzda temel hak ve özgürlükler adına yapılması gereken yasal düzenlemeleri de açıklıyorsunuz. Bu düzenlemelerin özellikle hangi alanlarda uygulanması gerekiyor?
Raporda 20’den fazla tavsiyede bulunduk. Dolayısıyla muhakkak eksik bıraktıklarım olacaktır ancak genel itibariyle yukarıda da belirtmiş olduğum üzere Türkiye’nin, BM standartlarını, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile İnsan Hakları Komitesi’nin ortaya koyduğu standartları samimi, ciddi bir şekilde uygulama iradesi göstermesi birçok şeyi hızlı bir şekilde değiştirecektir.
Bu anlamda öncelikle AİHM, Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Komitesi’nin kararları gerektiği şekilde uygulanmalı. Sözleşme’de çekince koyulan maddelerden çekinceler çekilmeli. Bu durum ayrımcılıkla da ilgili.
Ayrımcılık bağlamında ayrıca İstanbul Sözleşmesinin tekrar uygulanması, lubunyalara yönelik ayrımcı politikaların son bulması gerekiyor.
Bunun yanında devlet görevlilerinin eylemleri bakımından yoğun cezasızlık pratiği ve bunun karşısında toplumsal muhalefetin keyfi, öngörülmez bir şekilde yargı tacizine maruz kalması, toplanma ve ifade özgürlüğünün önündeki aktif engellerin ortadan kalkması gerekiyor.
Bir diğer önemli mesele de adli istatistikler. Adli istatistikler, düzgün bir veri işlemesi yapılırsa eğer, Türkiye’deki durumu bize çok iyi bir şekilde gösterebilir. Ancak veri işleme ve değerlendirme yöntemi, birçok önemli sorunun cevabını görünmez kılıyor. Örneğin, kaç kadın cinayeti olduğuna ilişkin resmi bir veri söz konusu değil veyahut cinsel şiddete ilişkin verilere sağlıklı bir şekilde ulaşılamıyor. Bunun yanında yukarıda keyfi olarak kullanıldığını ifade ettiğimiz maddelere ilişkin verilerde de benzer problemler söz konusu. Veriler gereği şekilde ayrıştırılmadığı için, problemleri tespit etmek de zorlaşıyor.
Raporda neler var?
13 hak örgütünün Komite’ye sunduğu rapor, özellikle 2016’dan itibaren Türkiye'deki insan hakları koruma mekanizmalarının ciddi şekilde zayıfladığını vurguluyor. Olağanüstü hal sonrası yürürlüğe giren tedbirlerin kalıcı yasalara dönüştüğünü ve bu durumun ifade özgürlüğünü, sivil toplumu ve demokratik süreçleri olumsuz etkilediğini belirtiyor. Yargı bağımsızlığının zedelendiği ve uluslararası mahkeme kararlarına uyulmadığı da raporda ifade ediliyor.
Raporda, olağanüstü hal sonrası yasaların uluslararası insan hakları standartlarına uygun hale getirilmesi için Türkiye'nin acilen yasal düzenlemeler yapması gerektiği belirtiliyor.
Türkiye'nin Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay gibi önemli davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye Anayasa Mahkemesi kararlarına saygı göstermesi ve kararların uygulanması, azınlık haklarının, özellikle Kürt, Roman ve diğer tanınmayan etnik grupların dil ve kültürel haklarının korunması ve bu grupların kamusal hizmetlerde kendi dillerini kullanabilmelerine olanak tanıyan yasaların çıkarılması, Türkiye'nin Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesine ilişkin çekincelerini kaldırarak azınlık haklarını genişletmesi, sivil toplum kuruluşlarının üzerindeki baskıların sona erdirilmesi ve insan hakları savunucularının daha güvenli bir ortamda çalışmalarının sağlanması da öneriler arasında.
Hak örgütleri koalisyonu ayrıca, kadınlara yönelik şiddet, LGBTİ+ bireylerin maruz kaldığı ayrımcılık ve sivil toplum örgütlerinin kapatılma tehditleri gibi konulara dikkat çekiyor.
Raporda, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'ne geri dönmesi ve insan haklarına uygun yasal düzenlemeler yapması gerektiği vurgulanıyor.
Raporda imzası bulunan örgütler şöyle: MLSA, İnsan Hakları Derneği (İHD), Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi, Alevi Düşünce Ocağı, Kaos GL, 17 Mayıs Derneği, Roman Godi Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, Kadın Dayanışma Vakfı, Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD), Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği (CŞMD), İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP).
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi nedir?
Türkiye’deki hak ihlalleri BM Komitesi’nde
- Türkiye’nin “insan hakları karnesi” BM İnsan Hakları Komitesi’nde tartışılacak (17 Ekim 2024)
- Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi nedir? (17 Ekim 2024)
- bianet’ten BM Komitesi’ne gölge rapor: İfade özgürlüğüne sistematik müdahale (18 Ekim 2024)
- MLSA: Çözüm, hukuka dönmekten geçiyor (21 Ekim 2024)
- Mor Çatı: Mücadelemizi uluslararası hukuk mekanizmalarında sürdüreceğiz (23 Ekim 2024)
- Af Örgütü'nün Türkiye raporunda “yargı bağımsızlığı” vurgusu (23 Ekim 2024)
- İHOP: Türkiye, uluslararası hukuktaki yükümlülüklerini yerine getirmeli (23 Ekim 2024)
- BM Komitesi, Türkiye’deki hak ihlallerini sordu (23 Ekim 2024)
- BM Komitesi: Neden AYM kararı uygulanmıyor? (24 Ekim 2024)
- BM Komitesi'nden Türkiye'ye: "Terörizmin yasal tanımı netleştirilmeli" (8 Kasım 2024)
(AS)