Kürt meselesinde uzun süre devam eden çözüm sürecinin ardından çatışmalar yeniden başladı. Her gün çatışmalardan dolayı çocukların da yer aldığı birçok ölüm haberi geliyor.
Taraflar arasında henüz basına yansıyan bir temas kurulabilmiş değil.
Çözüm masasına tekrar dönülebilir mi? Bu dönüş nasıl sağlanabilir? Dünyadaki barış görüşmeleri nasıl başarıya ulaştı?
Bu soruların yanıtını çatışma süreci ve barış inşası üzerine çalışan Süleyman Şah Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Maya Arakon'a sorduk.
İki sene önce hükümet Kürt meselesini 2-3 ayda çözeceği algısı yarattı. Bu çıkmaza girerse hayal kırıklığı yaratır demişsiniz. Şu anda o çıkmazda mıyız?
Öyle bir süreç yaşamıyoruz. Çünkü süreç görüşmeler esnasında kendiliğinden bir tıkanıklığa uğramadı. Süreç 7 Haziran seçimi öncesinde iktidar partisinin siyasi bir takım emellerine alet edilip donduruldu. Sürecin doğal gidişinde, doğal yapısında ortaya çıkmış bir sorun yok. Müzakereler sürerken herhangi bir konuda uzlaşılamadığı için şu anda bloke olmuş değil. Süreç, AKP’nin siyasi ajandasına göre yeniden kurguladığı ve özellikle seçimler öncesinde araçsallaştırdığı bir konuma getirildi. Bu bir inorganik tıkanıklık; aslında masaya tekrar dönüldüğünde aşılamayacak bir noktası yok. Herhangi bir kırmızı çizgide tıkanıklık olmadı. Hükümet o algıyı yarattı ama öyle değil.
Hep söylediğimiz gibi barış görüşmeleri normal sürecinde ilerlese tıkanıklık çok normal, kesintilerle ilerler bu süreçler. Hiçbir zaman bir oturuşta halledemezsiniz, kesintilerle uzun yıllara yayılır. Çeşitli seferler durur, yeniden başlar. Bunlar doğal süreçlerdir. Ama Türkiye’de böyle olmadı. Farklı sebeple kesintiye uğradı.
Masaya nasıl geri dönülecek?
En basit İRA örneği var. Ciddi birçok kopuştan sonra 1997’de iktidara gelen Tony Blair, her türlü saldırıyı göze alarak "ben bu işi bitireceğim" dedi. Bu bir siyasi irade meselesi. Ciddi ve samimiysen her şeye rağmen ben yapacağım dersin, masada çözersin. Bunun siyaset üstü bir sorun olduğunu anlamak gerekir. Türkiye'de neredeyse 40 yıl oldu, 40-50 bin kişi öldü.
Esas önemli olan devlette barış getirme konusunda bir irade var mı? Barıştan ne anladığımıza da bakmak gerekiyor. Barış silah bırakmak değildir. Nihai hedef örgüte silah bıraktırmaksa bu barış demek değil. Barıştan kastedilen nihai olarak anlaşmayla haklar ve eşitlik üzerinden yeni anayasa gibi, genel af gibi bir yeniden inşa sürecinin sağlanmasıdır.
Sri Lanka’da olduğu gibi amaç örgütü bitirmekse, barış gelmez, orada da gelmedi. Devlet ve örgütün barıştan anladığı aynı olmayabiliyor. Bunu net olarak tanımlamak gerekiyor. Devlet barışı sadece çatışmasızlık olarak görebiliyor. Oysa insan hakları aktivistleri, çatışma süreci ve barış inşası çalışan akademisyenlerin anladığı çok ileri bir seviye. Gerçekten haklar, eşitlik, özgür ve demokratik bir anayasa çerçevesinde bir barıştan bahsediyoruz.
3. göz olmadan bu süreç mümkün değil mi?
Seçimlerden önce AKP, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan milliyetçi oylara oynadı. Basit bir denklem, milliyetçi oyları çekebilmek için “Kürt sorunu yok”, “süreç yok” dedi. Çok basit bir plandı. Bizim bugüne kadar talep ettiğimiz sürecin mutlak surette kurumsallaştırılmasıydı. Yani üçüncü bir gözlemcinin, tarafsız gözün, bir hakem gibi arabulucu gibi işlev taşıyarak masada iki tarafın da oturmasını sağlaması gerekiyor.
Bu 3. göz, herhangi bir uzlaşmazlık anında iki tarafın da masadan kalkmasını engelleyerek sürecin devam etmesini sağlayacak. Bu kurumsallaştırma olmadığı takdirde devletlerin elinde bu süreçler her zaman bir tehdit ve şantaj unsuru olmaya devam eder. Burada da öyle oldu. Seçimlerden önce ben milliyetçi oylara oynamak için Kürt sorununu dondururum, seçimlerden sonra işime gelirse tekrardan canlandırırım dediler. Barış sürecinin meşru zemine oturtulması lazım. Adım adım kuralları çerçevesinde ilerlemesi gerekir.
Nasıl olacak?
Çok örneği var. Kuzey İrlanda var, Güney Afrika var. Nasıl yapılacağı da çok belli. Türkiye’de maalesef her şeyi kendi meşrebimizce yapmayı isteriz. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.
Türkiye’de kutuplaşma yüzünden bağımsız bir üçüncü göz bulunamayacağı düşünülebilir. Ama dünya çapında çok tecrübeli insanlar var. IRA dâhil 17 ayrı çatışma çözümünde bulunan Jonathan Powell, Fin siyasetçi, arabuluculuk çalışmaları nedeniyle Nobel barış ödülünü alan Martti Ahtisaari gibi…
Onlar gibi uluslararası anlamda tarafsız ve deneyimleri kanıtlanmış kişilerle temasa geçilir. Taraflarla oturulur, süreç belli bir zemine oturtulur, tekrar yola çıkılabilir. İdeal olanı 3. gözün her iki kesime de objektif çizgide durması ve yol haritasının nasıl izlenildiğini saptaması. En önemli şey masadan kalkılmaması. Keyfiliği ortadan kaldırmak. Türkiye’de olan keyfilik durumu. Cumhurbaşkanı kafası kızınca süreci dondururum diyebiliyor, bu keyfilik ortadan kalkmalı.
Uluslararası bir kimliği sürece dâhil ederseniz barış süreci kendiliğinden daha yasal ve meşru bir zemine oturur. Bir üst seviyeye çıkar. Sıfırdan başlamak yerine şimdi bile 3. göz girse toparlanmayacak bir noktada değil. Masa birçok kez devrilir yeniden geri dönülür. Ancak bizde şu andaki fiili durum git gide masaya geri dönülmesini zorlaştırıyor.
Dünyadaki örneklerde seçilmiş belediye başkanlarının tutuklanması, siyasetçilere soruşturma açılması gibi durumlar var mı?
Dünyada da bastırma ve yıldırma metodu olarak çok önemli siyasi kimlikleri hapse atma olayları var. Ama seçilmişlere karşı böyle siyasi savaş durumuna ben çalıştığım örneklerde rastlamadım. Mesela Nelson Mandela süreç başlayınca serbest bırakılmıştı.
Sivil kayıplar, göç, milliyetçi damarın kabarması… Masaya dönünce daha geriden mi başlayacağız?
Geriden geliriz. Çünkü şu anda 90’larda bıraktığımızı sandığımız karanlık bir dönemin Kürtlere tekrar ve çok daha vahşi yaşatılması söz konusu. Her zaman savunduğum şu var; örgüt ve devlet arasındaki anlaşma işin en kolay kısmı. Asıl zor olan toplumsal kırılmayı yeniden onarmak. Rehabilitasyon çok daha uzun zaman alacak. İnanılmaz bir göç var, sivil kayıplar var, hem de göz göre göre oldu.
Bunlar göz göre göre olurken doğuda, ülkenin batısında bunu kimsenin umursamadığına dair algı ve kırılganlık var. Bir manevi kopuş oldu. Öcalan’ın öngördüğü TC içinde demokratik ve eşit bir arada yaşama ideali ciddi zarar aldı. Daha geriden geleceğiz dememin sebebi iki halk arasındaki o manevi kopukluğu onaracak bir politika olmasının gereği. Ve şu anda öyle bir siyasi irade görmüyorum.
Özerklik tartışmasını nasıl görüyorsunuz?
Kürtlerin özerkliği tartışması şu anda anlaşılır ve normal. Çünkü orada şu anda bıçak kemiğe dayandı. Ama genel siyasal konjonktürde şu anda özerkliği tartışmak iktidar partisine yarıyor. Öncelikle belirtmeliyim ki Kürtlerin öne sürdüğü talep haklı ve meşru. Türkiye zaten Avrupa Konseyi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı birkaç maddeye şerh koyarak Aralık 1992’de onayladı. Dolayısıyla bu, Türkiye’nin çok daha önceden tamam dediği bir proje.
Ama bu proje halk nezdinden bilinmediği ve Kürt siyasetçiler tarafından talep edildiği için tartışılamıyor. Siyasetçiler vatan haini ilan ediliyor. Ama Türkiye bunu kendisi için istediği için Avrupa Konseyi’nde imza verdi. Öncelikle bu projenin halka anlatılması lazım. Böyle bir irade yok, medya yok. Medya manipülasyon yaparak “Kürtler ayrılmak istiyor” paranoyasını tetikliyor. Öne sürülen, bütün Türkiye için yerinden yönetim gelsin ve özerklik getirilsin. Bir de şu var, Kürt siyasi hareketinde de bu özerklik projesinin içinin çok iyi doldurulduğunu düşünmüyorum. 5 farkı kişiye sorsanız, 5 farklı cevap alırsınız demokratik özerklik konusunda. Öyle bir yoğun gündem var ki, bu konu çok da iyi tartışılıp, içi doldurulamıyor.
Orada öz savunma güçlerinin fonksiyonu ne olacak, neden ihtiyaç duyulacak gibi sorularda batıdaki insanın kafası karışıyor. İyi anlatılmamasından ortaya çıkan karışık bir siyasi durum söz konusu. Türkiye Avrupa Konsey’inin dahi ne olduğunu bilmediği için, her özerklik ortaya çıktığında “vay efendim Kürtler bölmek istiyor” noktasına geliniyor.
Tekrar ediyorum, Kürtlerin özerkliği tartışmak istemesi çok haklı, ama iktidarın HDP’yi itibarsızlaştırmak adına bu konunun tartışılmasını manipüle ettiği bir durum var.
Hendekler konusunda ne düşünüyorsunuz?
Örgütün hendek kazdığını söylüyorlar. Ama bölgedeki vatandaşlar da özel tim’den korktukları için hendekleri kendilerinin de kazdığını söylüyor. Çünkü sivillere karşı saldırı var, “kendimizi korumak için kazıyoruz” diyorlar. Hendekler yasal olmayabilir ama meşrudur. Meşru müdafaa vardır.
Sürekli örgüte “siz hendek kazdınız”, örgüt de “siz de sivillere saldırdınız” gibi karşılıklı suçlama ötesinde somut çözüm sunmak gerekiyor. Dilek Doğan evinde öldürüldüğünde ortada hendek yoktu, demek ki halk korkmakta haklı. Yani bu hendekler bir anda, devlete kafa tutalım diye oluşturulmadı. Hendekler kazılmadan çok önce sivil halka şiddet başlamıştı o bölgede.
Barış süreci devam ederken kalekol yapımı da devam etti. Sivil halka yönelik tehdit devam etti. Ağrı’da Ardahan’da sivillere özel tim saldırısı devam etti, Kadın Özgürlük Meclisi’nin bu konuda raporları mevcut. Hizbullah, IŞİD militanlarının kullanıldığına dair bölgeden ifadeler var. İnsanların kendilerini koruyup, meşru savunmaya geçmesi garipsenecek bir şey değil. Gezi’de savunmasız barışçı protestoculara saldırıyı görüp Güneydoğu’da olanlar için ama onlar da hendek kazdı denmesi anlaşılabilir bir şey değil.
Manevi kopuşun en büyük etkenlerinden biri de bu. Gezi sürecinde biz 90’ları bilmiyorduk deniyordu, ama artık biliyorsunuz ve hiçbir şey yapmıyorsunuz.
Hükümet sık sık silah bırakmaktan bahsediyor, en son AB Bakanı Volkan Bozkır da bu konuda IRA’yı örnek göstererek “onlar silah bıraktı, PKK bırakmadı” dedi. Bunun doğru olmadığını biliyoruz. IRA silahı nasıl bıraktı?
1969’dan itibaren Sinn Fein, İRA ve İngiliz hükümet arasında görüşmeler gizli gizli başlamıştı 1983’te İrlanda-İngiltere komisyonu kuruldu, ilk kez resmi boyut kazanıldı. 1998’de Hayırlı Cuma anlaşması yapıldı. Bu anlaşma genel af ve özellikle gerillaların toplumsal hayata entegrasyonu gibi maddeleri içeriyordu. 1998’de İRA’nın silah bırakmasına karar verildi, 2005’te bıraktı. 2007’de tam olarak silahları gömdü. Bunu da uluslararası bir Silahları Bırakma Komisyonu’nun gözlemciliğinde yaptı. Önce anlaşma yapılır sonra örgütler silah bırakır. Güney Afrika’da da böyle oldu. Örgüt yoksa neye güvenecek, senin iyi niyetine mi? 3 ay sonra hükümet niyetinden vazgeçerse ne olacak? Tahkim edilmiş bir barışı hedefleyen somut meşru bir zemin lazım ki geri dönülmesin. Silah bırakma kademeli bir süreçtir. Hiçbir örgüt gidip hemen silahları gömmez.
Hükümet bu silah bırakmadılar söylemini HDP’yi zor durumda bırakmak ve seçmenin gözünde Kürt siyasi hareketini savaş yanlısı, barış karşıtı konuma düşürmek için kullanıyor.
Hükümet süreci bir bilek güreşi olarak görüyor. En büyük başarıyı PKK’ya silah bıraktırmak olarak görüyor. Hükümet barıştan ne anlıyor, bilmiyoruz. Benim gördüğüm, çatışmasızlığı barış olarak nitelendiriyorlar. Kürt siyasi hareketi ise eşit haklar ve özgürlükler üstüne kurulu bir anayasa istiyor. Yani eşitlikçi, demokratik ve onurlu bir barış istiyor. (NV)