Memphis'te dinlendiği motelin tam karşısından James Earl Ray isimli bir beyaz tarafından açılan ateş sonucu ölür. Öldüğünde 25 defa tutuklanmış; dört suikasttan kurtulmuş ve birkaç yıl evvel henüz 35 yaşında iken aldığı Nobel Barış Ödülünün sahibi durumundadır. Yaşamı boyunca sadece siyahların eşitlik mücadelesinin bayraktarlığını yapmakla da kalmamış; işçilerin daha fazla ücret hakkını savunmasından ABD'nin Vietnam'da yaptıklarına karşı çıkmasına kadar pek çok eylemde bulunmuştur.
Bu acılar ve başarılara inat ırkçılar Martin Luther'in başına elli bin dolar "ödül" koymuştur. Eşitlik ve adalet mücadelesinden korkan ırkçı nefret sahipleri nihayet onu korkakça öldürerek "hayalini" de bitirdiklerini zannederler. Ancak; 4 Nisan 1968'den sonra sokaklara dökülen siyah-beyaz milyonlar onun "hayaline" sahip çıkarlar.
Bugün Amerika'da duvarlarda, afişlerde, okullarda, sivil örgütlerin binalarında, resmi kurumların panolarında, çocuk tişörtlerinde, çakmaklarda ve akla bile gelmeyecek her yerde ona ait olan "I have a dream" sözleri -bizim duvar yazılarındaki- bir slogan gibi yazılıdır. "Bir Hayalim Var"başlığını taşıyan ve sözlü edebiyatın şaheserleri arasında kabul edilen tarihi konuşmasını 28 Ağustos 1963'te Washington'da üç yüz bin kişinin önünde yapmasından itibaren ırkçılar onun hayalinin peşine düşmüşlerdir. Bugün onun hayali sadece siyahlara ait olmaktan çıkmış; bütün özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren halklara yol göstermektedir. Öldürüldüğü motel ise artık her yıl yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği "Ulusal Sivil Haklar Müzesi"ne dönüşmüştür.
Bugün Amerika'da ülkenin kurucusu Washington, devlet başkanı Linclon ve yalnızca Martin Luther adına bayram vardır. Martin Luther'in doğum günü olan 15 Ocak her yıl "ulusal bayram" olarak kutlanmaktadır. Bu bayramda postaneler, okullar, bankalar, borsalar kapalıdır. Onun adı artık sivil haklar mücadelesiyle özdeşleşmiştir.
Martin'in de bir üyesi olduğu siyahlar vahşi hayvanlar gibi zincirlenerek getirildikleri Amerika'da gökyüzünü birer köle olarak göreceklerdir. İnsan taşımaya elverişsiz gemilerde; kir, pislik ve hastalık içerisinde, zorlu bir yolculuktan sonra zincirli olarak Amerika'ya getirilmişlerdi. Amerikan toplumunun bir parçası oldukları karanlık yıllar boyunca okuma-yazmaları yoktu; soyadları ve hatta bazen isimleri dahi yoktu. Kendilerine bir "numara" verilen eyaletlerde yaşamak zorunda kaldılar.
Bir eşya veya "şey" gibiydiler. 1865'te köleliğin "kağıt üstünde" kalktığı ilan edilse de onlara yönelik muamele değişmemişti. Beyazlarla evleri, işyerleri, okulları, kısacası her yerleri ayrıydı; otobüslerin ön tarafına dahi oturamazlardı. Umuma açık otellere veya restorantlara gidemezlerdi. Üstelik bu engeller kaynağını gelenekler ve yasalardan alıyordu. Çifte köleliğe karşı dövüşeceklerdi ve öyle yaptılar. "Eşitlik ve adalet adına" büyük mücadelelere girdiler; tutuklandılar; işkencelere uğradılar; okulları, evleri, işyerleri, pazar ayinleri sırasında kiliseleri hem de güpegündüz bombalandı ve üstelik bunu yapanlar beyaz polislerden başkası değildi. Zayıf ve güçsüz siyahlar bu mücadelelerine barışçıl bir çizgide devam etmekten bir an bile vazgeçmediler; ağır kayıplar pahasına haklarının büyük kısmını kazandılar. "Yurttaş olma hakkı" Amerikan topraklarında işte böyle kazanıldı. Bu mücadelede kaybedilenler arasında Martin Luther King de var. Şu anda siyah belediye başkanları, senatörler, dışişleri bakanı, Amerikan başkan adayları var. Ne var ki ve ne yazık ki ırkçılık olgusu ve tehlikesi tamamen ortadan kalkmış da değil.
Günümüzün Martin Luther Kingi
Hrant Dink 1915'te büyük bir kırıma uğratılan ve artık bu topraklardaki sayıları birkaç on binden ibaret olan Ermenilerin seçkin bir üyesi ve temsilcisi olarak 17 yaşındaki bir "Türk milliyetçisi" tarafından öldürüldüğünde, Türkiye, yalnızca polis-jandarma yetkililerinin sorumluluğuna işaret eden taammüden bir cinayetle sarsılmadı. Geride, Ermenice yazılara da yer veren gazetesi Agos, duygu dolu makaleler, konuşmalar, ödüller ve aptalca tartışmalarla halkın gözünü boyayan politikacılar ve köşe yazarları da bıraktı.
Henüz cesedi yerden kaldırılmadan "Bu kurşun Türkiye'ye", "Ermeni lobisinin eli güçlendi" yorumları yapılabildi. İşte bu haldeki Türkiye'nin tarihindeki belki de en onurlu sayfalardan birini kişisel çabasıyla adeta yaratan Nobelli Orhan Pamuk da kendisine yönelik tehditlerden dolayı ülkeyi terk ederek Amerika'ya gitti.
Hrant sadece Ermeni sorununda değil; Alevi, Kürt ve sol meselesinde de gerçek bir demokrattı. "Türkçe dışında dil yoktur" veya "yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye" yalanlarının yüksek perdeden söylendiği Türkiye'de Ermenice bir gazete çıkaracak kadar "gözü kara" idi. "Sabiha Gökçen Ermeni çıktı"diyerek Kemalistleri, "evet soykırım vardır, ama bunun tersini söylemeyi suç ilan etmek Fransızların işi değildir" diyerek kimi batılıları kızdırıyordu.
Ölmeden evvel yazdığı "Neden Hedef Seçildim?" başlıklı yazısında yargının kendisine verdiği mahkumiyeti haklı olarak "Ermeni olmasına" bağlıyor ve eleştiriyordu. Onu mahkeme önünde ve ırkçı-faşist saldırılar karşısında yalnız bırakanlar ise cenazedeki kitlesellikle belki de ondan gecikmeli de olsa özür diliyorlardı.
Türkiye'de ırkçılık ve ayrımcılık hep vardır ve günümüzde de sürmektedir. 1915 kırımı, 1938 Dersim, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve diğer pek çok örnek tarihimizdeki "kara sayfalar" değildir. Bu olaylar bazı kalemlerin hafife alarak söylediği gibi "ulusal çılgınlıklarımız" da değildir. Bu duraklar ırkçılıktır, ayrımcılıktır, tenkildir. Tek tip insan ve homojen ulus yaratma denemeleridir. Hrant'ın korkakça bir cinayetle ortadan kaldırılması ırkçı şiddetin yeni bir versiyonudur.
Hrant Dink tıpkı Martin Luther King gibi sadece ait olduğu toplumun simgesi değil; özgürlük ve eşitlik için mücadele veren tüm insanların esin kaynağıdır. Cenazesine katılan ve tabutunun arkasında "hepimiz Ermeniyiz!" sloganıyla yürüyen her toplumdan ve inançtan yüzbinlerce insan bunun kanıtıdır. (HA/KÖ)