39.İstanbul Film Festivali'nden dört ödülle dönen "Bina", medya ve otoriter güç arasındaki ilişkiye odaklanıyor. İzleyeni bilmediği bir zaman ve mekanda distopik korku türüyle buluşturan film, Jüri Özel Ödülü, Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Özgün Müzik ödüllerini aldı. Çoğu eleştirmen bir tür filminin dört ödül almasını, Türkiye festivalleri için bir ilk olarak yorumladı.
"Dezenformasyon ve sansür dünyanın birçok yerinde çok ciddi bir sorun haline gelmiş durumda" diyen yönetmen Orçun Behram ilk filmi "Bina"yı anlattı: "Günümüzde dijital uzantılarımız ve sürekli ulaşılabilen ekranlar ise kitlesel bir panoptikon yaratıyor."
"Korku filmi, seyir eyleminin ötesine uzanıyor"
Bina, ilk uzun metrajınız, ancak buna gelene kadar fotoğraf, belgesel ve kısa filmler de yaptınız. Bir de sizden dinlemek isteriz hikayenizi...
Çok küçük yaşlarda korku filmleri aracılığıyla sinemayla tanıştım diyebilirim. Korku filmi izlemenin aslında özellikle o yaşlarda seyir eyleminin ötesine uzanan bir ritüel olduğunu düşünüyorum. Filmin seçilme aşamasından, filmden sonra devam eden korku duygusuna aslında uzun soluklu bir eylemdi her film. Sanıyorum bu sebepten korku dünyasıyla ve sinemayla erken yaşta güçlü bir bağ kurmuş oldum.
Akabinde ortaokul ve lise yıllarını arkadaşlarımı kurban ettiğim amatör korku filmleri ve deneysel kısa filmler çekerek geçirdim. Ve sonunda Columbia College ve FAMU'da sinema eğitimi aldım. Son senelerde sinema ve belgesel projelerinin yanı sıra yabancı basında tercüman ve fotoğrafçı olarak çalıştım. Yaklaşık üç ay önce de dünyanın zorlu coğrafyalarında yer alan, farklı kültürel yapılarıyla eşsiz topluluklar üzerine yaptığımız "Saklı Dünyalar" adlı belgesel serisinin çekimlerini tamamladım.
Türkiye festivallerinde ödül alması pek olası olmayan bir tür filmiyle 4 ödül birden kazandınız, bu değişimi neye bağlıyorsunuz? Neler hissettiniz ödül gecesi?
Korku sineması, birkaç örnek dışında, özellikle 1990 -2010 arası kendini tekrar eden ve dini mitoslardan beslenen formüller üzerine kurulu bir açmaza saplanmıştı denilebilir. Son 10 senede bu durumun bir değişim içerisinde olduğunu görüyorum. Özellikle sinema üretiminin yoğun olduğu ülkelerde dinle olan etkileşimin azalması, korku unsurlarını başka yerlere çekmeye başladı. 2017'de "Get Out"'un Oscar ile ödüllendirilmesi bu değişimin önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bina da benzer dinamiklere sahip, klasik korkudan ayrışan bir film olarak görülebilir ki, dünyada birçok önemli festivalde gösterim şansı bulabildi. İstanbul Film Festivali gibi benim kişisel tarihimde de önemli bir yere sahip olan, prestijli bir festivalden ödül almak tabi ki oldukça gurur verici.
Yönetmen Orçun Behram
"Eleştiriyi evrenselleştirmek gayesindeyim"
Bina'nın senaryosunu yazarken günümüz Türkiye'siyle ne kadar bağlantı kurdunuz?
Bina'nın medya ve otoriter güç arasındaki ilişkiye dair eleştirel bir tutumu var. Açıkçası filmi zamansız ve mekansız kılarak bu eleştiriyi evrenselleştirmek konusunda bir gaye içerisindeydim. Zira bu tehlikeli, mekanik dünyanın birçok yerinde farklı formlarda tezahür etmekte. Afrika'da çoğunlukta olan bir kabile medyanın gücünü ele geçirerek diğer kabilelere baskı uygularken, Amerika Birleşik Devletleri'nde 6 şirket medyanın yüzde doksanına sahip olarak hükümet politikalarına ve topluma şekil verebilmekte. Bu birbiriyle alakasız görünen erkler, aynı dinamiklerle toplumu kendi çıkarları doğrultusunda manipüle edebilme gücüne sahip.
Medya demokrasilerde güçler ayrılığının belki en önemli öğesiyken, aynı zamanda belki de en az kontrol edilen enstrümanı. Dezenformasyon ve sansür dünyanın birçok yerinde çok ciddi bir sorun haline gelmiş durumda. İnternette kişisel verilerin kayıt altına alınması ve ticarileşmesi ise daha da büyük sorunların yakın gelecekte bizi beklediğine işaret. Tabi bu durumun evrenselleştiğine dair olan söylemim bir normalleştirme girişimi değil, bilakis benim şahsi kanaatim, günümüz Türkiye'sinin de bu sorunla çok ciddi bir şekilde karşı karşıya olduğu.
"Antenden doğan karanlık güç"
Kadına yönelik erkek şiddeti, medyanın devlet eline geçmesi, sansür, dayatılan güzellik algısı, işsizlik gibi farklı konuları distopya, korku türüyle izliyoruz. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?
Apartman daireleri arasındaki fiziksel ayrım aynı zamanda içerik üzerinden de bir ayrım yaratıyor ve Bina'yı epizodik bir film haline getiriyor. Film bu epizodik yapı sayesinde birçok mikro öyküyü bir araya getirmeyi başarıyor. Antenden doğan karanlık gücün sınırlarının betimsiz olması sayesinde korku unsurları her dairede farklı şekilde vuku buluyor. Korkunun her zaman politik bir söylemi olduğunu da düşünerek bu birbirinden farklı korku enstrümanları aynı zamanda farklı toplumsal sorunlara da gönderme yapmış oluyor.
Her evde yaşanan bu olumsuzluklar antenin yarattığı güçten geliyor. Yani bu olumsuzluklar, medya ve onun yarattığı gerçeklik algısından mı kaynaklanıyor?
Bina medya eleştirisinde sırtını simulacra ve simulasyon teorisine dayandırıyor. Kitle iletişim araçlarının bir diğer etkisi de insanlığın gerçeklikle olan etkileşimini tamamıyla değiştirmesi. Hali hazırda bütün arzu ve korku etkileşimlerimiz medya tarafından yaratılan imgeler üzerinden belirleniyor. Medyaya tekrardan imge sunan bizlerse bu etki içerisinde üretim yaparak çıkışı olmayan bir sarmala girmiş oluyoruz. Günümüzde dijital uzantılarımız ve sürekli ulaşılabilen ekranlar ise kitlesel bir panoptikon yaratıyor.
Gene de filmde üzerinde durulan bütün sorunların ve korku öğelerinin medya kaynaklı olduğunu söylersek indirgemeci bir tutum sergilemiş oluruz, elbette bu konuların tarihsel ve sosyolojik kaynakları da göz önüne alınabilinir. Tabi film iki saatlik süre zarfında varolduğu hipergerçeklik içerisinde böyle bir çözümlemeye kalkışmıyor. Ayrıca söylemem gerekir ki film bu kompleks akademik teorileri açıklamak veya yeni bir argüman sunmak gibi bir iddiaya sahip değil. Sadece bu fikirlerden beslenerek kurmaca bir hikaye kuruyor.
Filmin görüntüleri, müziği ve sanat yönetimi dikkat çekiyor. Festivalde de müzik ve görüntü yönetmeni ödül aldı. Objeler ve çanak antenle özellikle 80'lere atıf yapıyor film. Siz nasıl bir atmosfer kurgulamıştınız? Çanak antenleri biz hep beyaz görmeye alışkınız, neden siyahı tercih ettiniz?
Engin Özkaya ve Can Demirci gibi filme çok ciddi emek harcamış iki yetenekli ismin müzik ve görüntü ödüllerini almaları beni çok mutlu etti. Söylediğim gibi filmin evrensel bir argümanı olması gayesiyle en başından beri zamansal ve mekansal bir belirsizlik kurmak düşüncesindeydim.
80'ler referanslı set tasarımları
Kitle iletişim araçlarının tek bir merkezde toplandığı bir sembol bulmak amacıyla korku enstrümanı olarak anteni seçtim. Çanak antenlerin yoğun olarak hayatımızda olduğu 80'ler referanslı set tasarımları da bu kararla beraber ortaya çıktı. Tabi bu döneme ait estetiğe ve objelere karşı kişisel bir sevgim olduğunu da belirtmem de fayda var. Film sanat yönetimi açısından kabus gibi zor bir işti, açıkçası elimizdeki kısıtlı imkanlar ve dar zaman göz önüne alındığında ulaştığımız noktadan ve yaratmayı başardığımız atmosferden oldukça memnunum. Tabi bu ortaya çıkan atmosfer sanat, görüntü, görsel efekt ve müzik departmanlarının birbirine verdiği destekle kolektif bir şekilde oluştu. Ben de bu alanlarda değerli kişilerle çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Çanak antenin siyah olması ise basit bir renk metaforu, tamamıyla siyahın kötülüğü, ölümü temsili ile ilgili.
Gelecekteki projeleriniz neler? Pandemi süreci çoğu şeyi değiştirdi ama film vizyona girecek mi? Buradan hareketle, sektörünüz adına geleceği planlamak ne kadar kolay?
Şu an "Bina"nın sonunda ortaklık kurduğumuz, yapımcı Müge Özen'le beraber "Cenaze" adında bir proje üzerinde çalışıyorum. "Cenaze" de yine fantastik-korku türünde ve kısaca bir cenaze arabası şoförü ile zombi bir kız arasındaki aşkı anlatıyor.
"Bina", Amerika'da Darkstar pictures, Türkiye'de ise Kurmaca Film tarafından dağıtılıyor olacak. Şu an için pandemi sebebiyle beklenmedik bir gelişme olmadığı takdirde koordineli bir biçimde Ekim ayında Amerika'da ve Türkiye'de aynı anda vizyona sokmayı planlıyoruz.
(AÖ)