Sabah gazetesinin orta sayfasında ise "İstanbul'un sekizinci tepeye kavuştuğu" müjdeleniyordu. Gazeteye göre Dubai Prensi El Maktum'un İstanbul'da gerçekleştireceği projelerin başında Zincirlikuyu'da, Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü'nün yerine yapılacak olan yüzlerce katlı gökdelen geliyordu.
Ancak bu haberlerden birkaç gün sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi böyle bir projelerinin olmadığını, haberin uydurma olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Sabah gazetesi yabancı sermayeye açılması planlanan kamu arazileri için belediyenin bir biriminin kendi başına bir takım mimarlara hazırlattığı ve sonra gazetelerin Cannes'daki gayrimenkul zirvesinde görücüye çıktığını söylediği projeleri esas almış ve bu atlatma haberi vermişti! İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı yalanlasa da, bu projeler belediyenin sitesinde yer alıyordu, hatta belediyenin sitesi referans verilerek projeler başka sitelere de konmuştu ve bu zirvede de takdim edilmişti. Sorun projelerin olması veya olmaması değil, medyada yer almasıydı.
Bu örnekten çıkarılacak bir ders olmalı. Kent yönetiminin kamu alanlarının dönüşümü de dahil olmak üzere kenti planlamak için yoğun bir hazırlık içinde olduğu anlaşılıyor. Bir takım kararlar alınıyor, projeler geliştiriliyor. Ama bunlardan kimsenin haberi yok!
Kentin amaçlarını belirlemek, kamu alanları hakkında tasarrufta bulunmak, fikirler geliştirmek şüphesiz belediyenin en önemli görevi. Ancak bu görevin bilgi paylaşarak, profesyonellik mekanizmalarını geliştirecek kurallar içinde yapılması da bu görevin olmazsa olmaz bir koşulu.
Kentle ilgili kararları alırken belediyenin bu sorumluluğunu yerine getirmediği görülüyor. İstanbul'da kamunun elinde bulunan arsaları dönüştürmek ve uluslararası sermayeye açmak için düşünülen çözümlerin başında bir GYO kurmak geliyor. Ama belediyenin planlama, projelendirme gibi temel işlevleri, kentin geleceğine ilişkin kurguları, kararları katılımcı, profesyonelliğe açık yöntemlerle geliştirme yükümlülüğü -nedense- unutuluyor.
Örneğin aynı tarihli (8 Ekim) Hürriyet gazetesinin ekonomi sayfasının manşeti ise "Dubai Prensi'ne 'ihalesiz arsa' formülü" idi. Bu haberde de belediyenin kuracağı gayrimenkul yatırım ortaklığına Dubai Prensi'nin de ortak edileceği ve böylece 'ihalesiz arsa' devrinin yapılacağı belirtiliyor. Aynı haberden sırada başka gayrimenkul yatırımcılarının da olduğu, arkasından başkalarının da geleceği öğreniliyor. (Yeni Belediyeler Yasası kent yönetimlerine bu imkanı tanıyor.) Ancak Galataport ve Haydarpaşa projelerinin hükümet tarafından hazırlatıldığı düşünülünce, kamu arazileri ile ilgili bu kararların nasıl alındığı, projelerin hangi kurumlar tarafından gerçekleştirileceği gibi sorular zihinleri kurcalıyor.
Demek ki İstanbul için öngörülen bir konsept var ancak bunu kimse bilmiyor
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Kadir Topbaş 9 Ekim tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan demecinde "İstanbul'da Metropoliten Planlama ve Tasarım Merkezi kuruldu. Onu boşuna mı kurduk? Bu merkezin ortaya koyduğu konseptin dışında hiç bir şey olmaz" diye bir açıklama yaptı.
Bu sözlerden İstanbul'da kentin hedeflerini belirleyen kararların alındığı ve işlevini yitiren kamu mekanlarının işlevinin ne olacağına dair bir konseptinin olduğu anlaşılıyor. (Demek ki İstanbul için öngörülen bir konsept var, ancak bu haberleri yazanlar da dahil bunu kimse bilmiyor.) Dolayısı ile, bu kararlar "devlet sırrı" kapsamına da girmediğine göre, ilk önce bu konseptin ne olduğunu İstanbullular olarak öğrenmemiz gerekiyor.
Örneğin aynı açıklamada İstanbul'un siluetini değiştirecek projelere izin vermeyeceklerini belirten Topbaş, "İstanbul'da gökdelenler bölgesi Kartal Çimento Fabrikası; gökdelen yapmak isteyenlere orada izin vereceğiz. Manhattan isteniyorsa, orası olacak. Kentin dokusunu baskı altında tutacak değerleri istemiyoruz" diyor.
Bu durumda bir dolu başka soru daha zihinlerde düğümleniyor: Kartal ilçesi İstanbul'daki kent dokusundan sayılmıyor mu? Baskı altındaki kent dokusu yalnızca Tarihi Yarımada mı? Siluet deyince Kartal kentin bir parçası olarak görülmüyor mu? Kartal'ı Manhattan yapma kararı nasıl alındı?
Bu soruları cevaplandırabilmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kenti nasıl planladığını öğrenmek gerekiyor. İstanbul'u planlama amacıyla kurulan İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi dışında İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Planlama Müdürlüğü, İstanbul Şehircilik Atölyesi (İŞAT) gibi birimleri var. Örneğin Cannes'da düzenlenen Dünya Gayrimenkul Zirvesi'ne (MIPIM) İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından götürülen ve İstanbul'daki kamu arazilerine gökdelenler dikmeyi öngören projeler İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu birimi tarafından milyonlarca dolar ödenerek bir takım uzmanlara hazırlatılmış.
"Paris'teki şehircilik atölyesi örnek alınarak kurulan ve görevi İstanbul'un vizyonunu hazırlamak olan" bu büronun 1995 yılından beri faaliyette bulunduğu ve bir takım kişilere sürekli "proje işi" verdiği belirtiliyor. Görüldüğü gibi belediyenin aynı konuda faaliyette bulunan birden çok bürosu bulunuyor ve hizmet alınıyor. Ama en önemli konularda dahi kentin amaçlarının, politikalarının nasıl geliştirildiğini kimse bilmiyor.
İBB hizmet alımlarında rekabet kurallarını açıkça çiğniyor
İstanbul'da bir planlama bürosuna ihtiyaç yok mu? Elbette ki var. (Planlama kamunun politika üretme işlevi ile eş anlamlı.) Bu nedenle belediyenin STK'ler, profesyoneller ile işbirliği yaparak, bir kamu işlevi olarak planlama işlevini yerine getirmesi gerekiyor.
Tepebaşı'nda 500 kişinin çalıştığı belirtilen İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi ise belediyeden ihale ile iş alan bir anonim şirkete (Bimtaş) ait. Bu merkez ne yapıyor? İstanbul'un stratejik planlarını üretiyor. Ayrıca kentsel tasarım ve mimarlık hizmetleri üretiyor. Bu belediye şirketi tıpkı bir özel kuruluş gibi ihale ile iş alıyor, istediği uzmanlara iş veriyor. (Doğrusu işverenin karşısına çıkıp "ben senin şirketinden daha iyi hizmet üretirim" deme cesareti olan planlama ve mimarlık bürolarının 'alnını karışlamak' gerekiyor!) Bu merkez kamu ile özel alan arasında bir yerde duruyor. Kimi zaman kamu otoritesi yerine geçiyor, kimi zaman özel bir kuruluş gibi istediğine iş veriyor. Yani profesyonel hizmet alımları, örneğin kentsel tasarım gibi mimarlık hizmetleri gibi işler bu büroyu yöneten insanların kendi tercihine kalıyor. Böylece profesyoneller arasında ayrımcılık yapmadan, açık kurallarla hizmet etmesi gereken kamu yönetimi, kendi şirketine kazandırdığı bir ihale ile (bu gereksiz görülen yükümlülükten) kurtulmuş oluyor. Bu büroda çalışan kişilerin kendi düşünceleri, tercihleri kamu fikri yerine geçiyor. Böylece planlamanın bir kamu işlevi olduğu meselesi açıklığa kavuşmuyor.
Oysa planlamanın aktörler arasında türdeşliğe değil, sivil toplum ile kamunun ayrışmasına (ve rollerin tanımlanmasına) dayanması gerekmez mi? Örneğin bazı üniversitelerden kişiler bu büroda çalışıyor, yöneticilik yapıyor. Bu durum üniversitelerin özerkliğine aykırı değil mi? Üniversitelerin bağımsız olarak planlama sürecine katılması gerekmiyor mu? Büronun yönetimi şirketler, profesyoneller ve STK'ler ile informel ilişkiler kuruyor. Oysa STK'lerin, profesyonel kurumların tanımlı programlar içinde sürece katılması gerekmez mi? Bu durum bilgi üretimini siyasetçilerin patronajına alarak profesyonelliği ve sivil toplumu dışlayıcı bir sonuç yaratmıyor mu? İhale bittiğinde şeklen bu büronun işlevi de bitmiş oluyor. Oysa planlama işlevi için kalıcılık taşıyan bir kurumsallaşma gerekmiyor mu?
Örneğin belediyenin Deniz Otobüsleri Şirketi (İDO) İstanbul'un deniz ulaşımı ile ilgili kararlar alıyor. Bu büronun bu şirketi yönlendirme yetkisi yok. İDO ile Bimtaş aynı statüdeki iki şirket. O zaman kamusal nitelikli kararları hangisi üretecek? İDO mu, Bimtaş mı? (AB müktesebatına göre bir kamu işlevi ile piyasadan alınan hizmetler arasında bir karışıklık olmaması gerekli değil mi?)
İBB, bırakalım diğer konuları, mimarlık ve planlama ile ilgili profesyonel hizmet alımlarında rekabet kurallarını çiğniyor. Ayrıca kamu çalışanları olan üniversite mensuplarına kamu bir şirket aracılığıyla ücret ödeyerek (kamu bilgisinin kamuya satılmasına yol açan) bir ikinci ihlal daha gerçekleştiriyor.
Sonuçta sürekli katılımcılıktan söz edilse de tersine bir gidiş var. Bu merkez kenti planlarken bilgi paylaşmadan, kentin amaçlarını belirlemeden ve oldubittilerle hareket ediyor. Oysa katılımcı olmayan, kente dair bir deneyim üretemeyen, profesyonelliği dışlayan bir yönetim modelinin kentin enerjisini harekete geçirme imkanı yok. Ne tepeden inmeci bir kamu fikri, ne de küresel çıkar sermayesinin perspektifi İstanbul gibi bir kent için yeterli olabilir.
İstanbul'daki fırsatlar yalnızca küresel sermayenin ve karanlıkta iş görmeye alışmış sermayenin ve uzmanların kullanabileceği fırsatlar olarak kalmamalı. İstanbulluların İstanbul üzerinde söz sahibi olması ve kentin ufkunun dar bir perspektiften belirlenmemesi için başta belediyeye, bağımsız kuruluşlara ve profesyonellere çok iş düşüyor. (KG/TK)