"Uyan, uyan, uyan, uyan
Koy elini kalbine geç olmadan,
Bu yolun sonu yokuştur deme,
Dağları aşarız eğer inanırsan..."*
İklim değişikliğinden bahsedenler çok değil yaklaşık bir on yıl öncesine kadar "köyün delisi" gibi muamele görürken son yıllarda hepimizin hayatını derinden etkileyen ciddi kuraklıkların yaşanmasıyla beraber küresel ısınma da dünyanın en öncelikli gündemleri arasında yerini aldı, uzun yıllar da gündemden düşecek gibi görünmüyor.
Dünyanın süper güçleri konuyu geçiştirmek için bildikleri bütün numaraları kullansalar da en azından bundan böyle inkar politikasında ısrar edemeyecekleri kesin. Zaten inkar ettikleri de pek söylenemez, yalnızca rolleri gereği kamuoyu önünde bu kadar rahat ve aymazlar. Kapalı toplantılarda önümüzdeki yüzyılın su stratejisini bugünden planlıyorlar, açık ki çöle çevirdikleri dünyanın son vahalarını parsellemenin peşindeler.
Özellikle 2005'den bu yana etkisini giderek hissettiren kuraklık ve sellerin belki de tek olumlu etkisi oldu. İklim değişikliğini dünya otoriteleri inkar edemeyecek bir noktaya geldi, kamuoyu ise konunun vahametini ve yaşamsallığıyla geri dönülmez biçimde yüzleşti. İnsanlığı aymazlık kabusundan uyandıran susuzluk oldu.
Gerçeklerle kamuoyunun farkındalığı arasında uçurum var
Türkiye gibi inkar politikasında ısrar ederek Kyoto’ya çekince koyan pek çok ülke sözleşmeyi imzalamaya nihayet razı oldu, yine ABD’nin çok yakın bir zamanda anlaşmayı imzalayacağının sinyalleri alınıyor. Barack Obama’nın geçtiğimiz günlerde bu yönde bir açıklaması oldu. Kyoto’dan sonraki aşama olan Kopenhag toplantısı ise yedi ay sonra yapılacak.
Önemini herkes kabul etse de bir süredir gündemden düşmeyen bu konuda somut hiçbir adım atılamıyor. Dünya süper güçlerinin karlarını feda etmeyeceklerini, dolayısıyla da harekete geçmeyeceklerini iyi biliyoruz. Kamuoyunun baskısıyla belli bir yol alınabilecek olsa da kamuoyunda kasıtlı biçimde ciddi bir kafa karışıklığı yaratıldığı da bir gerçek.
Konunun vahametini kimse inkar edemese de bilimin gerçekleri ile kamuoyunun farkındalığı arasında hala ciddi bir uçurum var. Çelişkili bilgi kirliliğinin yarattığı toz dumanın her şeye rağmen gizleyemediği bir gerçek var: İnsanlığın bundan ortalama bir buçuk derece daha sıcak bir iklimde devam edemeyeceği.
İnsanlık elbeteki her dönemde varolacak ancak, seller, kitlesel göçler, açlık, salgın hastalıklar, savaşlar ve su kıtlığı gibi yıkıcı altüst oluşlarla cehenneme dönen bir dünyada insanlıktan pek eser kalmayacağı çok açık…
Bilim insanları iklim değişikliği sürecinde "tetikleme noktası" ve "geri dönüşü olmayan nokta" olmak üzere iki aşama tanımlıyorlar. İlkini uçurumun kenarı, ikincisini ise karanlığa yuvarlandığımız an olarak da tercüme edebiliriz.
Bilim insanlarının bazıları tetikleme noktasına çok yakın bir yerde durduğumuzu söylerken; bazıları da bu noktanın çoktan geçildiğini, çünkü yer kürenin ısınmasının görece yavaş olduğunu söylüyorlar. Bugünkü 0.8 derecelik artışın geçmiş karbon salımlarının uzun vadeli bir sonucu olarak niteleyen ve son dönemdeki karbon salımlarıyla zaten 1,5 derecelik bir ısınmanın garantilendiğini de iddia ediyorlar.
Bu tartışmalar akademik, siyasi, entelektüel çevrelerde devam etse de geri dönüşü olmayan noktaya gelindiğini biz, "sıradan insanlar" yer kürenin ve ekosistemlerin verdiği bazı sinyallerden de anlayabiliyoruz: Kutup kuşağında yer alan arktik okyanusunun buzul kütlelerin erimesi sonucu büyümesi, amazon ormanları gibi yaşamsal önem taşıyan ekosistemlerin çöküşü, okyanusların karbon yutaklarından olan planktonların yaşamasına izin vermeyecek kadar asitlenmesi gibi gelişmeleri en belirgin sinyaller olarak sayabiliriz.
Bu gelişmelerden bir tanesi bile mevcut ısınmanın ivme kazanması için yeterli. Tetiklenme noktası geçildikten sonra ivme kazanacak küresel ısınmanın nerede duracağı ise bilinmiyor ancak en iyimser bilim insanları bunun minimum altı derece olduğunu söylüyorlar.
İklim değişikliği rüzgarların esiş yönü ve hızında da düzensizliklere yol açtığından dünyanın sulak bölgelerinde aşırı yağış ve seller yaşanırken, kalan yerlerde de ciddi kuraklıklar görülüyor. Nehir debilerinde yüzde 50'lere varan düşüşlerin yanında, Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde yaşanan kuraklıkta yüzde 30’luk bir artış söz konusu. Çok yağış alan yerlerde yer altı sularında kirlenme ve çamurlanma görülürken, kuraklığın görüldüğü yerlerde de yer altı sularına aşırı bir yüklenme var.
Grönland, kutuplar ve yüksek dağ zirveleri gibi bölgelerdeki belli başlı buzul kütlelerinin erimesi gibi gelişmeler çok ciddi sinyaller, geri dönüşü olmayan noktanın çoktan geçildiğinin habercisi olabilecek olaylar olarak görülmeli.
Çin’deki Yangsee ırmağının kurumasıyla beraber bu ırmağın beslediği tarım havzalarının çoraklaşması ve çok yakın bir zamanda kitlesel göçlerin gündeme gelmesi mümkün. Sadece Yangsee ırmağı değil, Asya’da Himalaya buzullarının beslediği çok sayıda ırmak var, bu ırmakların kuruması buradaki tarıma bağlı olarak yaşayan bir milyar kadar insanın açlık, sefalet ve kitlesel göçle yüz yüze gelmesi tehlikesini de beraberinde getiriyor.
Afrika ve Asya’da durum böyleyken görece ılıman kuşakta yer alan Batı'da, örneğin Avrupa’da sıcaklığın yıllık bazda ortalama 0.8 derece artması nehir debilerinde yüzde 20’lik bir kayba neden oldu. Amerika’da ve Avrupa’da kasırga, seller ve yazın yaşanan kuraklıklar normalleşti. Yönetimlerin yaptığı ise en fazla bunu büyük baraj yatırımları için bir fırsata dönüştürmek. (“Krizi fırsata dönüştürmek”?!) Bununsa bir çözüm gücü olmadığı ortada, devasa baraj projeleri tüm dünyada çok ciddi ekolojik tahribata yol açtı ve açmaya da devam ediyor. Yine bu doğal tahribat ilk elde yerli halkları vuruyor, büyük barajlar yüzünden bugüne kadar 80 milyon yerli yerinden yurdundan edildi ve yoksulluğa itildi.
Küresel ısınmanın hangi aşamada olduğu, hızı ve kapsamı konusunda ciddi bir kafa karışıklığı olsa da, sorunun nedeni konusunda neredeyse herkes hem fikir. Dünyaya giren güneş ışınlarının bir bölümünün yer küreden geri yansımasını önleyen sera gazlarının artışı sorunun birincil nedeni olarak karşımızda duruyor. Bu sera gazları içinde de yine en büyük paya sahip olan karbon türevi gazların salınımındaki artış ise enerji üretiminde petrol ve kömür gibi fosil bazlı yakıtların yaygın kullanımından kaynaklanıyor. Başka bir sera gazı olan metanın salınımını arttıran hayvancılık ve tarımda kimyasal gübre kullanımı ise etkisi görece az ve birkaç basit müdahaleyle önlenebilir etkenler olarak görülebilir.
Mağdurlardan ve mücadele edenlerden yoksun bir Su Forumu
Bu sene yapılan Dünya Su Forumu, ne Türkiye ne de dünya kamuoyunda beklediği etkiyi yaratamadı. Konunun asıl muhatabı ve sorun üzerinde yıllardır mücadele veren STK’lerin yerine özel şirketlerin / onların temsilcisi sözde STK’lerin ve devlet yetkililerinin davet edilmesi; suyun bir insan hakkı oluşuna, iklim değişikliğine yeterince vurgu yapılmaması bunun yerine suyun özelleştirilmesine ilişkin başlıkların ele alınması zaten pek meşru olmayan bu forumu iyice şaibeli hale getirdi. Bu kadar gayrı-meşru bir forumla kitleleri yönlendirmenin imkansızlığını gören Birleşmiş Milletler ise gelecek sene yapılacak Su Forumunun, çok daha geniş katılımlı, konunun muhatabı STK’lerin yeteri kadar temsil edildiği yeni türden bir Su Forumu olması yönünde karar aldı.
Bu forumun da çözüm gücü sınırlı olacaktır elbette ancak dayatmacı bir yönelimden, kitlelerin ikna ve manipülasyonuna dayanan yeni bir tarza geçildiği de aşikar. Sorunun kapsamlılığını, küreselliğini ve vahametini hiç kimsenin inkar edemeyeceği yeni bir aşamaya gelinmiş olunduğu çok açık, dolayısıyla bu iklim ve su krizi konusunda da kapıların açıldığı, taleplerin meşruiyet kazanacağı yeni bir döneme girildiğinin bir işareti olarak görülmeli.
Önümüzdeki dönemde bu alanda verilecek mücadelelerin kazanma şansı eskisine göre çok daha fazla. Zaten uluslararası anti kapitalist hareket yıllardır savunduğu iki ana talep olan barış ve adaletin yanına şu anda bir de “iklimi” eklemiş durumda.
Örneğin ABD’de, kriz sonrasında işçi ve işsizlerin kitlesel olarak katıldığı gösterilerde öne çıkan sloganlardan biri de “1 Milyon Yeşil İş” sloganıydı. Türkiye’de sosyal mücadele içinde olanlar gecikmeden bu trendi görmeli ve söylemlerini buna uyarlamalılar. Misal bizde de işsizlik fonunda biriken 40 katrilyonla bir milyon yeşil iş yaratılması (temiz enerji santralleri kurulması vs..) bir talep olarak öne çıkarılabilir. Bu sayede hem işsizler, hem Türkiye, hem de dünya biraz nefes alabilir. Dolayısıyla çelişkilerin ve yoksullaşmanın bu kadar derin yaşandığı bir zamanda ilk elde toplumsal adalet arayışıyla, iklim değişikliğine yönelik tepkileri birleştirecek bir yönelime gitmek sonuç alıcı olabilir.
Temiz enerji ve yeşil istihdam yönlü politikalar bir miktar zaman kazandırabilirse de belli bir vadenin sonunda yetersiz kalacağı çok açık. Sistemin endüstriyalist mantığını radikal biçimde dönüştürecek ekolojik bir politikanın ancak çözüm gücü olabilir. Çünkü endüstriyalist mantık kitlesel, verimli ve seri üretime dayanır ve odaklandığı tek bir hedef vardır; ‘minimum sürede maksimum kazanç sağlamak’ oysa ki kısa sürede bol kazanç diye bir şey yoktur, doğanın özgül süreçlerine, sistemine ve ritmine uyum sağlamak zorundasınızdır, aksi durumda doğa size verdiklerini belli bir mühletin sonunda geri alır. Başka bir ifadeyle söylersek kısa sürede maksimum kazanç elde etmek ancak bugün yaptığımız gibi doğaya aşırı yüklenerek mümkün olabilir. Bugün gelinen aşamada ise aşırı yüklenilen doğa çökmenin eşiğine zaten gelmiş durumdadır. Doğa kaybettiğinde ise endüstriyalist / ekolojist, zengin / fakir, sosyalist / kapitalist hepimiz kaybederiz, hem de büyük kaybederiz. Dolayısıyla üzerinde konuştuğumuz dünya üzerindeki yaşamın devamına ilişkin çıkarlar üstü, ekolojik bir sorundur ve çözümünde mutlaka ekolojik bir tarzda örgütlenmesi gerekir.
Daha net konuşmak gerekirse kömür ve petrol kullanımı hemen bugünden başlayarak radikal biçimde kısıtlanmalıdır. Özellikle de üretim aşamasında karbon kullanımını azaltmak gerektiğinden ekolojinin “kirleten öder” ilkesi yaşama geçirilerek sanayicilerden karbon vergisi kesilmeli.
Yine iklim değişimi üzerinde çalışan uzmanların hemen hepsi çözümün enerji tasarruf, enerji verimliliği ve temiz enerji olmak üzere üç ana alt başlığı olduğunu söylüyorlar. Zaten ortaklaşmaya engel ideolojik nüans farkları da bu nokta da devreye giriyor. Bir kısım siyaset temiz enerjiyi öne çıkarırken, yeşil / ekolojist yönelimli siyasetler verimlilik ve tasarrufu öne çıkarıyorlar. Başka bir deyişle diğer siyasetler, endüstriyalizmi sorgulamaksızın sistemin bugünkü hız ve kapsamlılıkta aynen devam edebileceğini / etmesi gerektiğini savunurken ekolojiyi eksen alanlar daha sade, yavaş ve doğayı model / eksen alan bir toplumsal modeli savunuyorlar.
Un, şeker, yağ var ama helva yiyebilmiş değiliz
Türkiye Devleti, Kyoto’yu pek çok devletten çok sonra da olsa inkar ve sessizlikten vazgeçerek nihayet imzaladı. Ancak bu noktaya elbette kendiliğinden gelinmedi. Diğer devletler gibi Türkiye devleti de sokakta verilen mücadelelerin sonucunda bu anlaşmaya imza vermeye razı oldu. Toplumsal iradelerle arasında ciddi bir mesafe olan her devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin çözüm yolunda adım atması yine toplumsal mücadelenin düzeyiyle son derece ilişkili. Zira anlaşmaya imza atmış olması bu konuda samimi olduğunu kesinlikle göstermiyor.
Bir taraftan imza atan Türkiye, diğer taraftan da sözleşmenin bağlayıcı olacağı 2012 yılına kadar 50’ye yakın termik santralin yetiştirilmesi için düğmeye basmış durumda. Sosyalist sol ve yeşiller gibi bu alanda başı çeken siyasetlerin ilk elde bu termik santrallerin kurulacağı Bursa'nın Keleş, Tekirdağ'ın Saray, Çanakkale'nin Biga, Çankırı'nın Orta, Bolu'nun Göynük, Afşin’in Elbistan ve Kütahya’nın Tavşanlı ilçeleri gibi bölgelere kesinlikle odaklanması gerekiyor. Kırsal bölge insanının muhafazakar olduğu çok tekrar edilen bir klişe ancak bıçağın kemiğe dayandığı durumlarda (nükleer santral yapımı, siyanürlü altın arama vs… gibi durumlarda) yaşanan ölüm kalım meselesi olduğundan yerli halkların son derece dinamik ve radikal davranabildiklerini bize gösteren yaşanmış sayısız tecrübe var. Örneğin nükleer santrale karşı 30 bin nüfuslu Sinop’ta 27 bin imzanın kısa sürede toplanabildiğini ben kendi deneyimlerinden hatırlıyorum.
Karbon salınımı yıllık bazda en çok artan birinci ülke olan Türkiye’nin de artık tüm diğer sanayileşmiş ülkeler gibi sorumluluktan kaçamayacağı yeni bir döneme girildiğini görmek gerekiyor. İklim değişimini durduramazsak çok kısa zamanda ciddi bir su krizi yaşayacağımız kesin, metropol kapitalizmin harabeye çevirdiği Sahra altı Afrikası gibi çöküntü bölgelerinde muhtemel su savaşlarının ilk sinyalleri görülmeye başladı bile. Bu krizin kitlesel göçler, salgın hastalıklar ve açlık başta olmak üzere daha pek çok başka sorunu da tetikleyeceği çok açık. Yeşiller, sosyalist sol, yerli halklar ve konunun tüm diğer muhatapları giderek büyüyen tehdidin boyutlarını görerek birleşmeli ve harekete geçmeli. Çeşitli kesimlerin ciddi duyarlılığı olsa da sorunun çözümüne ilişkin ayrılıklar ve tartışmalar hala devam ediyor.
Dünya süper güçleri ve dev tekeller su konusunda, azalan doğal kaynaklar konusunda son derece öngörülü, stratejik ve müttefik hareket ediyorlar. Onlar bu kadar “bilinçli” ve örgütlüyken bırakın halkı, bu alanda mücadele veren öncü dinamiklerin (yeşiller, antikapitalistler ve yerli halklar vs…) dağınık olması yılgınlık ve şaşkınlık yaratıyor. Dolayısıyla kafaların bu kadar karışık olduğu bir ortamda daha kesin şeyler söylemek gerekiyor, sosyalist solun elinde pek çok alanda verdiği toplumsal mücadelelerin sonunda biriktirdiği zengin bir ilişki ağı mevcut, bu ağ kamuoyu oluşturmak açısından çok etkili olabilir, yine yerli halkların yaşamı doğrudan etkilendiğinden onların da gözünü budaktan sakınmayan bir dinamizme sahip oldukları rahatlıkla söylenebilir. (Siyasi mücadele birikimi fazla olmayan Bergama halkının mücadelesi bunun sayısız örneklerinden sadece biri.)
Yeşiller ve ekolojistler ise mutlak anlamda ekolojik olması gereken çözüm konusunda bilgi, yaklaşım ve perspektife sahipler. Yine küresel konjonktür dünyanın geleceğini dert edinenlere çok sağlam bir meşruiyet zemini de sunuyor. Kısaca un, yağ, şeker… elimizde her şey varken, zaman kaybetmeden, geç kaldık demeden, kavrulup kurumadan işe girişip hemen bu helvayı kavurmaya başlamalıyız. Öbür türlü helvayı değil, ayvayı yiyeceğiz.(EÇ/BÇ)
* Eylem Çağdaş, sosyolog, [email protected]
* Tarkan'ın "Uyan" adlı şarkısından.