Meclis Başkanı'nın bu açıklamaya verdiği gayri ciddi cevap ise gerginliği daha da büyüttü. Tabii bu karmaşadan da, cevabı merak edilen birçok soru çıktı. Anayasa Mahkemesi Başkanı niye önüne gelebilecek bir dosyayla ilgili daha önceden fikir açıklıyordu? Niye toplumun belirli bir olgunlukla kenarda tutmayı tercih ettiği bir sorunu gündeme sokuyordu? Ülkemizde bunca hukuk sorunu varken, hukuk bürokratlarımız neden hukuk konuşmayıp siyaset konuşuyorlardı? Hukuk bürokratlarımızın bilmediğimiz bir siyasi amaçları mı vardı?
Bütün bu soruları, 22 yıl askeri hâkimlik yapan, hukuk ile askerin siyasi gücü arasındaki ilişkileri araştıran, askeri yargı ve demokratikleşme üzerine kitaplar yazan, hem hukuk dünyasını hem TSK'yı yakından tanıyan, ordunun ve polisin demokratikleşmesi üzerine TESEV'de de çalışmalar yapan Dr. Ümit Kardaş ile konuştuk.
Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın ortada görünür bir neden yokken, ülkeyi gereksiz bir gerginliğe sokacağını bile bile türbanı gündeme getirmesini hukuk açısından nasıl açıklıyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi Başkanı yaptığı konuşmayla hukuku siyasallaştırdı. Oysa hukuku siyasetin aleti haline getirmek, hukukun felsefesine aykırıdır. Hukukun amacı adaletin, özgürlüğün sağlanmasıdır. Hukukun siyasallaştığı bir yerde adalet ve özgürlük yitirilir. Ayrıca Anayasa Mahkemesi bir yargı organıdır. Diğer bütün mahkemelerde olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi'nde de hâkimin tarafsızlığı ilkesi çok önemlidir. Anayasa Mahkemesi Başkanı, böyle bir konuşma yaparak mahkemenin tarafsızlığı ve güvenilirliği konusunda kuşku yarattı. Bir de, önüne gelmesi muhtemel bir konuda kendi görüşünü belirtti ki, bu da hukuka aykırı bir durumdur ve etik bir sorundur.
Mahkeme başkanının konuşması kaçınılmaz olarak siyasi soruna dönüştü. Niye bir yüksek yargıç siyasi sorun yaratmayı amaçlar?
Türban burada kullanılıyor. Silahlı Kuvvetler, siyasi erki elinden bırakmak istemiyor ve türban konusunda yaratılan gerilim askere yarıyor. Yargının, bu iktidar mücadelesine eklemlenmesi vahim bir şey.
Türkiye'nin hukuk bürokratları hukuksal sorunlarla mı, siyasal sorunlarla mı daha çok ilgileniyor?
Siyasal sorunlarla ilgileniyorlar. Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın konuşacağı bir sürü hukuk sorunu var bu ülkede. Ama bizde maalesef hukuk bürokratları hukuk değil de, siyaset konuşuyorlar. Ordu, jandarma ve polisten oluşan güvenlik bürokrasisi de böyle. Onlar da siyasi konuşuyorlar ve böylece ülkede demokratikleşmeyi ve hukukun üstünlüğünü frenleyebiliyorlar.
Sivil siyasetçilere karşı çok haşinleşebildiklerini gördüğümüz hukuk bürokrasisi, askerlere karşı çok boynu bükük duruyor sanki. 12 Eylül askeri darbesinden sonra anayasayı ortadan kaldıran Kenan Evren'i ziyaret eden Anayasa Mahkemesi üyeleri hâlâ hatırlarda. 28 Şubat'ta da askerlerin en büyük destekçisi gene hukuk bürokratları olmuştu. Bizim hukuk bürokrasisi ile ordu arasındaki bu ilişki nedir?
Size somut bir olay anlatayım. 12 Eylül döneminde askeri hâkimdim. Sıkıyönetim komutanlığı yardımcılığı yapmış bir komutan bize kendi başından geçeni anlattı. Bir arazi uyuşmazlığı vardı. 20 yıldır bunu yargı çözememiş. Hâkimi çağırdım, dosyayı getir dedim. Dosyayı inceledim, sonra tarafları çağırdım ve davayı çözdüm' dedi. İşte böyle... Türkiye'de hukuka herkes bir araç olarak bakıyor. Askeri güç de kendini hukukun üstünde görüyor, hukuku önemsemiyor. Öyle ki, asker bu ülkede kendine bir yargı alanı bile yaratmış. Kendi etkisi altında ceza ve idari yargısı, yargıtayı var. Sivilleri birçok suç bakımından askeri yargı yargılayabiliyor. Hiçbir demokratik ülkede, Ceza Kanunu'ndaki bütün suçları kapsayan ve hatta sivilleri de bazı siyasi suçları nedeniyle yargılayan bir askeri yargı olamaz oysa. Demokrasilerde askerin sadece disiplin yargısı olur. Yeni TCK'da askeri yargıyla ilgili hiçbir değişiklik yapılmadı. Bizde bu konuların da tartışılması gerekiyor ama tartışılmıyor.
Niye tartışılmıyor sizce?
Türkiye'deki hukuk bürokrasisi de, siyasetçi de yapılan darbelerle travma geçirdi. Hukukçularımız da askerden etkileniyor. Bu travmayı atlatmak kolay değil. Eğer askeri bir güç rejim üzerinde vesayet kuruyorsa, siyasetçi bunu kabulleniyorsa ve halktan da buna tepki gelmiyorsa, burada hukukçuların yapabileceği çok fazla şey yok.
Peki, Anayasa'yı ortadan kaldıran bir darbeyi kutlayan Anayasa Mahkemesi, daha sonra bu konuda bir özeleştiri yaptı mı?
Böyle bir özeleştiriyi hiç hatırlamıyorum. Ona bakarsanız, Yargıtay üyeleri 28 Şubat sürecinde de Silahlı Kuvvetler'den brifing aldılar ve ayakta alkışladılar. Ülkemizdeki sistemi, sivil bir Anayasa'yla baştan aşağıya yeniden kurmamız gerekiyor bizim. Türkiye hâlâ bir sivil Anayasa yapamadı. Sadece bazı maddelerini değiştirdi. Ama Anayasa'nın bir felsefesi vardır ve bu iş madde değiştirmekle olmaz. Mesela bugün bir yurttaş bir suç işlediğinde hangi mahkemede, hangi yargılama yöntemlerine göre yargılanacağını bilmiyor. Yeni Anayasa'da tek bir ceza yargılaması yöntemi getirilmesi, askeri mahkemelerin ve MGK'nın kaldırılması mutlaka gerekiyor. AB'ye uyum için genel sekreterin sivil olması gibi MGK Genel Sekreterliği Yasası'nda bazı değişiklikler yapılmış olması yeterli değil. MGK'nın toplumun huzur ve güveniyle ilgili geniş görev alanı Anayasa'da hâlâ aynen duruyor. Durduğu için de temel hak ve özgürlüklerimiz bir şekilde MGK'da belirleniyor. Komutanların kendi görevlerine dönmesini sağlamak için MGK'nın artık kaldırılması gerekiyor.
Bunun yargıya etkisi ne olur?
Askerin siyasetten çekilmesi hukuk bürokratlarını da olumlu etkiler. Siyasi alanı işgal edemezler, çünkü yalnız kalırlar. Şu anda Türkiye bir hukuk devleti değil. Hukuk devleti olmanın öncelikli koşulu, askerin kendi görevine gönderilmesidir. Bunun da yolu MGK'yı kaldırmaktır. Bugün siyasi
alan asker ve hukuk bürokratları tarafından işgal edilmiş durumda.
Darbeyi destekleyen Anayasa Mahkemesi'nin, yeryüzünde başka örneği var mı peki?
Hiç olur mu? Anayasa Mahkemesi'nin varoluş nedenine aykırıdır bu. Bağımsız, tarafsız, güvenilir olması gereken bir kurumun, siyaset yapmaya kalkışan bir silahlı gücü desteklemesi, düşünülemez demokrasilerde.
Darbeyi destekleyen bir geçmişe sahip olan Anayasa Mahkemesi'nin güvenilirliği, bu geçmişten yara alır mı peki?
Yara alır. Geçmişten gelen travmaları atlatabilmemiz için sadece toplumun değil, kurumların da kendi geçmişleriyle yüzleşmesi gerekiyor. Siyasetçiye burada önemli görev düşüyor. Genelkurmay Başkanı konuştuğunda, kimse olumsuz tepki göstermedi. Hatta AKP'nin Başkan Yardımcısı bu konuşmayı 'şahane' diyerek alkışladı. Oysa Genelkurmay Başkanı siyasi konuşma yapamaz, siyasete müdahale edemez. Askeri Ceza Kanunu'nun 148'inci maddesine göre askerin siyasi telkinde bulunması, siyasi konuşma yapması suçtur. Genelkurmay Başkanı'nın daha önce de 'sözde vatandaş' açıklaması oldu. O konuşma da, bir etnik kümeye karşı bir etnik kümeyi kışkırtarak kamu güvenliğini tehlikeye düşürüyordu ve 312'nci maddeye giren bir suç oluşturuyordu. Siyasi iktidar bunun da hesabını soramadı, bu suçtur diyemedi.
Asker MGK'da siyaset konuşuyor, bu da suç mu peki?
MGK Anayasa'da yer aldığı için, askerin bu zeminde siyaset yapması yasaldır ama antidemokratiktir. Asker MGK zemini dışında siyasi konuşamaz.
Siz, bu konuda araştırmalar yapıyorsunuz. AB ülkelerinde, milli güvenlikle ilgili kurullar yok mu?
Bizdeki gibisi yok. Demokratik ülkelerde başbakana ya da başkana bağlı sadece dış güvenlikle ilgili kurullar var. Bizdeki ise özelleştirmeden eğitime her türlü işe karışıyor. Bunun sonucunda da, askerin siyaset anlayışı, bütün toplumu, siyaseti ve yargıyı kaplıyor. Bizdeki MGK siyasetin üretildiği, siyasi çözümlerin tartışıldığı bir yer. Asker orada konuşurken siyaset yapıyor ve bir siyasi parti gibi çalışıyor.
Türkiye hukuk faciaları yaşıyor. Daha geçenlerde Yargıtay, aynı konudaki iki davada birbirinin zıddı iki karar aldı. Hukukçuların önce bunu tartışması gerekmiyor mu?
Hukukçuların hukukla ilgili tartışacakları o kadar çok konu ve sorun var ki... Türkiye'de hukukun işleyişi bir facia. Ben 12 Eylül döneminde Diyarbakır'da sıkıyönetim savcısı olarak görev yaptım. İş yoğunluğu nedeniyle sıkıyönetim mahkemelerine sivil hâkim ve savcılar getirilmişti. Hepsi de 20-25 yıllık hukukçuydu. Ama öyle bir psikolojiye girdiler ki, kendilerini, askeri hâkimlerden çok daha fazla komuta kademesine bağımlı hissettiler. Orada öyle travmalar yaşandı ki... 90 günlük gözaltına alınmaların yaşandığı, işkencelerin en yoğun olduğu bir yerde hukukçular bunları seyrettiler. Karşılarına işkence görmüş olarak gelenler için hiçbir şey yapmadılar. Bizim hukukçularımız cesur değil. Bütün işkence dosyaları öylece bir kenara atılıyordu. Ben ölüm nedeniyle iki dosyayı araştırdım, sorumlularını bulup haklarında dava açtım. Öyle çok dirençle karşılaştım ki, sıkıyönetim savcılığından alındım.
Peki eğer hukukçular için ölçü hukuk değilse, onların davranışlarının ve kararlarının ölçüsü nedir?
Ölçü, ülkenin, milletin bölünmezliği, toplumun birliği, güveni ve Atatürk ilkeleridir. Ölçü, bireyin hak ve özgürlükleri, hukukun güvenliği değildir.
Askerin siyasete müdahalesi, hukukun siyasileşmesi Atatürk ilkeleri arasında mı yer alıyor?
Askerin siyasete müdahalesi, İttihat ve Terakki geleneğidir. İttihat ve Terakki yarı askeri bir örgüt. Komplocu ve antidemokratik, çete yöntemleri kullanan, hukuk dışı, keyfi bir yönetim İttihat ve Terakki. Ordu, 1905'ten itibaren bu örgüt üzerinden siyasete müdahale ediyor ve ülkede bir baskı rejimi oluşturuyor. Bunun önlenmesi için çeşitli çabalar oluyor. Mustafa Kemal, İttihat Terakki'nin 1909'daki Selanik Kongresi'nde, siyasete müdahalenin orduyu zaafa uğrattığını açıkça söylüyor. 'Buradaki kişiler politikada devam etmek istiyorlarsa ordudan çıksınlar, üniformalarını çıkarıp siyaset yapsınlar' diyor. Mustafa Kemal, ordunun politikadan uzaklaşması gerektiğini hep vurguluyor. Zaten o sırada Osmanlı'dan ümidini kesen kitleler, yerel önderler öncülüğünde yerel hükümetler ve parlamentolar kuruyor. Bunu gören Mustafa Kemal üniformasını çıkarıp sivil hareketin başına bir sivil olarak geçiyor. Resmi tarih milli mücadeleyi, Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlatır. Halbuki öyle değil.
Nasıl?
Milli mücadele, Anadolu'da ve Trakya'da başladı ama önderini arıyordu. Mustafa Kemal hakikaten önderlik vasfıyla bu oluşumu 1920'de Büyük Millet Meclisi'ne kadar ulaştırdı. O Meclis'te, her etnik kümeden, her dilden, her dinden insanlar vardı. Ayrıca silahlı gücün gözetimi ve denetimi de parlamentoya verildi. Mustafa Kemal'in bu demokratik ilkesi 1960'a kadar sürdü. Bu ilke 1960'taki ilk askeri müdahaleyle bozuldu. İlk MGK, 1961 Anayasası'yla ortaya çıktı ve asker böylece bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanının yanı sıra yürütme erkinin içine girdi. Ülkeyi yönetmeye başladı. Gene ilk askeri mahkeme, askeri yargı, 1961 Anayasası'yla hayatımıza girdi. Genelkurmay Başkanı, Savunma Bakanlığı'ndan alınıp Başbakan'a bağlandı. 1971'de ve ardından 1982 Anayasası'nda, MGK daha da güçlendirildi. Atatürk'ün döneminde ise askerin siyasete direkt bir müdahalesi yoktu.
Yok muydu?
Yoktu, çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşları, askerin siyasetle ilgilenmesinin hem ordu için hem de ülke için iyi olmadığını görmüşlerdi. Askerin siyasete girmesi imparatorluğun çöküşünü hızlandırmıştı ve Mustafa Kemal bunu yaşamıştı. Ve, biliyordu: 'Ordunun siyasete girmesi orduyu zayıflatıyor.'
Hukukçularımıza dönersek... Hukukçularımız, siyasetteki askeri gücün gizli müttefikleri mi?
Şimdi, bugün öyle gözüküyor. Eğer müttefik olmasaydı, Anayasa Mahkemesi Başkanı böyle bir konuşma yapma ihtiyacını hissetmezdi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın kimsenin anlam veremediği türban çıkışına, Meclis Başkanı da tuhaf bir cevap verdi. Meclis'in, Anayasa Mahkemesi'ni kaldırabileceğini söyledi. Bu açıklamayı hukuk açısından nasıl açıklıyorsunuz?
Doğru bulmuyorum. Anayasa mahkemeleri, AB ülkelerinde de insan hak ve özgürlükleri, demokrasi için bir güvencedir. Çünkü yarın bir gün parlamentoda temel hak ve özgürlüklere bir kısıtlama getirildiğinde, Anayasa Mahkemesi yargısal denetimiyle bir güvence oluşturur. Yalnız şu var. Demokratik ülkelerde anayasa mahkemeleri yargısal denetim yapar ama başkanları kalkıp siyasi konuşma yapmaz. Bizim tartışmamız gereken şey, Anayasa Mahkemesi'nin varlığı değildir. Tartışmamız gereken, Anayasa Mahkemesi'nin başkanının hukuku siyasallaştırmasıdır, mahkemenin tarafsızlığına ve güvenilirliğine gölge düşürmesidir.
Bir de bizim 1 Haziran'da yürürlüğe girecek olan yeni Ceza Yasası'mız var. Bu yasanın hukuk ve demokrasi karşıtı maddelerini siz de çok eleştirdiniz. Yeni TCK'nın getirdiği 'temel milli yarar' kavramı nasıl bir sonuç yaratacak?
AB'ye uyum için demokratikleşme konusunda çalışan ve bu çabalarını Avrupa vakıflarından fon desteği alarak sürdüren sivil toplum örgütleri ve onların yöneticileri var. Eğer bu sivil toplum örgütlerinin ve yöneticilerinin görüşleri sizin ideolojinize ters düşüyorsa, yeni TCK'nın 305'inci maddesine dayanarak bu görüşleri rahatlıkla 'temel milli yarar'lara aykırı hareket etme suçuna sokabilirsiniz. Bu suçun cezası üç yıldan on yıla kadar hapis. Eğer bu görüş basında yayımlanırsa, ceza daha da artıyor. Bu maddeyle, AB süreci ve sivil toplum örgütleri boğulmak isteniyor. Resmi görüşün dışında farklı bir görüşün ortaya çıkması istenmiyor.
Temel milli yararın ne olduğuna kim karar verecek peki?
Temel milli yarar, iktidarda bulunan gücün kimliğine göre belirlenecek. Bu çok tehlikeli bir madde. Sivil toplum örgütlerinde çalışanları potansiyel birer casus, vatan haini haline sokacak bu madde. Sizi, vatanını seven bir insan durumundan çıkaracaklar ve başkasından aldığın parayla ülkenin yararına aykırı bir eyleme katılıyorsun suçlamasını yapacaklar. AKP, 'Türkiye'yi AB'ye sokacağım, ülkeyi demokratikleştireceğim' derken, ileride kendisi için de tehlike oluşturabilecek bir kavramı niye TCK'ya sokuyor, anlamak mümkün değil. Yeni Ceza Yasası'yla artık ötanazi de, bu ülke de tartışılamayacak. Ölüm oruçları nedeniyle konmuş bir madde bu. Ölüm oruçları hakkında artık kimse yazı yazamayacak.(ND/EÜ)