Kürt illerinde özyönetim ilanları, hendeklerin açılması ve ardından sokağa çıkma yasaklarıyla gelen devlet şiddeti birçok sivilin de arasında olduğu ölümlere yol açtı, açmaya devam ediyor.
Özellikle hendek üzerinden yürüyen tartışmalarda hep başkaları konuştu. Peki hendeğin başındaki gençler kim, ne hissediyor, ne istiyorlar.
Bu soruları “Bildiğin Gibi Değil 90'larda Güneydoğu'da Çocuk Olmak” kitabının iki yazarından biri olan Rojin Canan Akın yanıtladı.
Çözüm süreci başlarken Kürt siyaseti sık sık “Barışmak için artık son kuşak” diyordu. Hendeklerin başındakiler bu "son kuşak" mı?
Bu "son kuşak" tanımlaması Kürt siyasetçiler tarafından "müzakere edilebilir son kuşak biziz" sözleriyle, "bizden sonrası tufan" dercesine; 2000 sonrasında ortaya çıkan ve en belirgin örneği 28-30 Mart 2006 serhildanı (kalkışma) olan süreçte sokağa çıkan çocuklar ve gençler için kullanılmaktaydı.
Diğer yandan ise bu çocuk ve gençleri adlandırmak için kullanılan "fırtına çocukları" tanımındaki "fırtına" metaforu (fırtına sözcüğü Kürtçe de "Bahoz") bile esinlendikleri temel kaynağı öylesine net ortaya koymaktadır ki. Aynı kuşak özellikle serhildan'lardaki pozisyonları ve sonrasında maruz kaldıkları adli soruşturmalar temelinde "taş atan çocuklar" şeklinde de tanımlanıyordu.
2010'da 2911 sayılı yasada ve CMUK'ta* yapılan bir takım değişiklikler sonucunda bu çocuklar küçücük yaşlarda hapsedildikleri zindanlardan tahliye edilmeye başladılar. Bu çocukların azımsanmayacak bir kısmı ise çıkar çıkmaz yüzünü dağa çevirdi. Bunlar arasında Hakkari'de özel harekatçılar tarafından kolu kırılan Cüneyt, cezaevinden çıktığı gün gerillaya katılan Mazlum Erenci ve Pozantı Cezaevi'nde tecavüze uğrayan çocuklar gibi devlet şiddetini farklı şekillerde iliklerine kadar hissetmiş çocuk ve gençler vardı.
Bu süreç diğer yandan ise Kürt özgürlük hareketiyle Türk devleti arasında görüşmelerin ve düşük yoğunluklu çatışma süreçlerinin iç içe geçtiği bir zaman dilimiydi. Bu anlamda 2013 Newroz'unda Sayın Öcalan'ın okunan mektubu Kürdistan'daki herkes gibi bu çocuklar ve gençler için de bir dönüm noktasıydı.
Kürt özgürlük hareketi burada bizzat Önderliğinin ağzından silahsız mücadeleye evrilmenin işaretini veriyordu. Aslında kısa zamanda bu çatışmasızlık sürecinin Türk devletinin oyalamasından başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştı. Diğer yandan ise savaş Bakur'da durmuşsa da hiç de bitmiş değildi. Her gün Bakur'a (Kuzey) Rojava'dan; Türk devletinin desteğiyle saldıran cihadçı çetelerle çıkan çatışmalarda ölenlerin cenazeleri gelmeye devam ediyordu.
Çatışmasızlık sürecindeki artan gerilime bağlı olarak irili ufaklı serhildanlarda çocuklar ve gençler yeniden ama bu kez kendilerine verdikleri isimle; "YDG-H" Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi olarak ortaya çıktılar.
Özellikle 6-8 Ekim 2014'te ilk kez Kürdistan'ın tüm il, ilçe merkezlerinde ve Türkiye'nin birçok metropolünde başlayan Kobanê serhildanlarının öncülüğünü de gene YDG-H adıyla bu çocuklar ve gençler üstleniyordu. 2 yıllık çatışmasızlık sürecinin ardından patlayan şey yalnızca kırılan barış inancı değil, aynı zamanda 2 yıl boyunca adeta halının altına saklanmış umutsuzluk ve aldatılmışlık hissiydi. Bu yüzden Kobanê serhildanları "intikam çocukları" olarak adlandırılan yeni bir kuşağın da miladı.
Cizre'de bir barikat |
Anne babalarından farklı olarak ne bekliyorlar, ne istiyorlar?
Öncelikle özyönetimi salt barikatlara ya da hendeklere indirgeyen bir bakış açısı çok sorunlu. Her şeyden önce özyönetimler demokratik bir toplumsal proje. Hendekler ve barikatlar da sorunlarını özyönetimle çözeceğini duyurduğu için devlet tarafından kuşatılan ve saldırılan yerleşim birimlerini, değerlerini korumak için yapılmış durumda.
Çocuklar ve gençler de içinde yaşadıkları mahallenin, sokağın ya da şehrin birer öznesi olarak bu hendeklerin ya da barikatların başında duruyorlar. Hepsi bu mahalle-sokakların çocuk ve gençleri. Ancak bu barikatların başında bazen anne ve babalar da var. Bu barikatların ardındaki özgür alanlarda her yaştan insanın rahat ve güvenlik içinde yaşaması için de bu çocuklar ve gençler kendi yaşlarından beklenmeyecek bir sorumluluk duygusuyla öncülük ediyorlar.
Ebeveynleri daha Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde ve "güvenli" bir yaşam tasavvuruna sahipler. Bu açıdan ebeveynler adeta süper kahramanların bu yaşamı onlar için inşa etmesini beklerken; çocuklar ve gençler beklemiyor, bizzat hayata geçiriyorlar. Şu anki mevcut çatışmalar özyönetimlerin savunulması temelinde gelişiyor. Bu çocuklar ve gençler ise özyönetimi zaten içselleştirmiş durumdalar. Neyi isteyip neyi istemediğini bilen, bunu almak noktasında tereddütsüz mücadele eden, kararlar alan ve bu kararları uygulayan özgür bireylerden söz ediyoruz.
"Fırtına çocuklar" ya da "taş atan çocuklar" üzerinde yapılan alan araştırmaları, görüşmeler, kitaplar vs.'e bakıldığında bu çocukların ortak itirazlarından biri kendi toplumları tarafından birer özne/aktör olarak görülmemelerine olduğu fark edilmektedir. Çünkü Kürt toplumunda tıpkı keskin bir cinsiyet hiyerarşisi gibi bir yaş hiyerarşisi/gerontokrasinin baskın olduğu da söylenebilir. Yaşanan bugünkü süreçteyse özyönetimi bizzat bu çocuklar; bu keskin hiyerarşiler toplumunun içinde pratikleştirdiler ve erişkinler tarafından birer özne olarak kabul edilmek zorunda kaldılar.
Bu anlamda bu çocukların özyönetim fikrini içselleştirdikleri çok açık. DTK'nin özyönetime destek sunduğu son olağanüstü kurul bildirgesinde gençliğin özgün örgütlenmeleriyle özyönetime katılmasının ayrı bir madde ve başlık olarak vurgulanması da aslında bu özyönetim bilincinin somuta dönüşmesi, hayata geçmesidir. Elbette ki Kürt siyasal hareketinin daha önceki metinlerinde de gençliğe özel bir vurgu her zaman bulunabilir. Ancak gençliğin özgün örgütlenmelerinin ilk defa bu kadar genel bir metinde anılması bu açıdan önemlidir.
2 Aralık 2015'te sokağa çıkma yasağı altındaki Sur'da ölen 16 yaşındaki Çekvar Çubuk'un cenazesinden |
Onları okullarından, evlerinden barikatlara, hendeklere taşıyan yolu nasıl aldılar, nasıl bir süreç yaşadılar?
Bir mağduriyet dili kurmak amacıyla değil ama bu çocuklar ve gençler devletin her türlü şiddetini tecrübe ettiler, etmeye devam ediyorlar. Öldürüldüler, yaralandılar, işkenceye uğradılar, hapsedildiler ve hatta tıkıldıkları zindanlarda resmi görevlilerin tecavüzlerine maruz kaldılar. Tam da devleti bir şiddet aygıtı olarak bizlerin yani bizim kuşağın onlara anlatmasına vakit bile kalmadan kendileri devleti bizzat tanıdılar.
Mesela 15 yaşındaki Çekvar Çubuk'un katledilmesi sonrasında yaşananlar bu açıdan çok değerli. Bir cenaze töreni düşünün ki tabutu taşıyanların tümü yaşıtı çocuklar olsun. Kürdistan'da daha çok erişkinlere ait bir alan olarak görülebilecek taziye evine gruplar halinde giren yaşıtları, taziye evine gelirken ya da dönerken sokak ortasında yolu kapatıp intikam yemini eden çocuklar...
Ortada herhangi bir merkezi karar vs. olmadan kendi aralarındaki whatsapp ya da facebook mesajlarıyla farklı okullardaki binlerce çocuğun günlerce okulları boykot etmesi, 5-10 tanesi sokakta yan yana gelince "Çekvar yoldaş ölümsüzdür" sözleriyle polis zırhlılarına hiç korkmadan saldıran çocuklar... Diğer yandan bu izlenimler; tanıyarak öğrenilen devlet şiddetiyle nasıl mücadele edileceği bilgisinin de eşzamanlı olarak öğrenildiğini ve tecrübeye dönüştüğünü gösteriyor.
14 Ocak 2015'te Şırnak'ın Cizre İlçesi’nde ölen 12 yaşındaki Nihat Kazanhan'ın cenazesinden |
Şiddetle kurdukları ilişki üzerinde neler söylersiniz?
Hiçbir çocuk bilerek, isteyerek şiddetle ilişki kurmaz. İnsan ırkının en masumları bu çocuklar. Ve herhalde oyun oynamak dururken hadi saldıralım, yakalım, yıkalım demezler. Bir çocuğu o polise saldırmaya iten tam da devlet şiddetine her gün, düzenli olarak tanık olmasıdır. Çocuk masumiyetinin ayaklar altına alındığı, keskin nişancı tüfekleriyle yere serildiği, kirletildiği bir yer bugün Kürdistan. Ve Türk devletinin küçücük çocukları öldürdüğünü Kuzey Kürdistan'daki her çocuk görür, duyar, bilir, TV'de izler.
Örneğin Kürdistan'da ilköğretim çağındaki çocukların çizdikleri resimleri görseniz, her bir resimde devlet terörünün izlerini de kolayca görürsünüz. Üstelik bu çocukları devletin teröründen korumaya anne ve babaları bile yetmiyor. İşte geçen gün Cizîr/Cizre'de halasının kucağında vurulan daha sonra dedesi tarafından beyaz bayrakla ambulansa taşınırken katledilen 3 aylık Miray İnce ve dedesi 74 yaşındaki Ramazan İnce'ye bakın.
Şimdi bu görüntüyü yalnızca erişkinler mi izledi? Ya da 3 aylık bir çocuğun devlet güçleri tarafından katledildiği bilgisi yalnızca erişkinlerin tekelinde mi? Hayır. Bu çocuklar şayet şu anda sokağa çıkma yasağı olmayan bir şehirdeyseler örneğin okula gidiyorlar ve giderken yol boyunca polis ya da asker zırhlı araçlarını görüyorlar.
Ders dinlerken aniden sınıfın içini nefes alınamaz hale getiren gaz bombasıyla bahçeye kaçıyorlar ve hop bir gaz bombası da bahçeye atılıyor ve çığlık çığlığa nereye kaçacağını bile bilmeyen çocuklar. Bu hiç de öyle münferit bir sahne değil, Kürdistan'da günlük, sıradan bir olay. Şimdi peki bu çocuk ne yapmalı? Evinde otursa da öldürülüyor, Nihat Kazanhan gibi boş bir arsada arkadaşlarıyla top oynarken de...
"Bildiğiniz gibi değil" çalışmanızda 90'larda çocuk olmayı anlatıyordunuz; şimdinin gençleri/çocuklarının sizin kitabınızdaki çocuklar ve sizin kendi çocukluğunuzla arasında bir bağ var mı?
Bizim kuşağımız devletle ilişkisini daha çok bir gün kendisine yaşatılanların hesabını sormak ve bu esasta 'belki barışabilirim' üzerinden kuruyordu. Yaşadıklarını unutmuyordu ama kendisi bizzat bunun intikamını almaya da yeltenmiyordu. Bu hesabı sormak iddiasında olanlar zaten dağın yolunu tutmuştu diyelim. Türkiye'nin batısında yaşayanların devlet ve onun aygıtları tarafından Kürdistan'da yaşananlar konusunda yanlış bilgilendirildiğini ve gerçeği bilseler kendi yanlarında saf tutacakları şeklinde naif bir inanışa sahiptiler.
90'larda Çiller'le özdeşleştirilen kötü devletin yeni binyılda bir daha geri gelmeyeceğini, tekrar etmeyeceğini, o günlerin bittiğini sanıyorlardı. Oysa saf kötülüğün ayak seslerini de duydular: "Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır"ı. Bütün bu görmeme haliyle yeni kuşağa ders vermeyi umarken şimdi onlar yeni kuşaktan öğreniyorlar.
Çünkü "intikam çocukları" devletiyle, medyasıyla hatta toplumuyla bir bütün olarak Türkiye'yi kendisine yaşatılanların sorumlusu olarak görüyor.
Örneğin Cizîr/Cizre ve Silopî'de son "sokağa çıkma yasağı"nın başlamasından bir gün önce öğretmenlerin şehir dışına çıkmaları kendilerine bir SMS ile iletildi. Ve ertesi gün gelmeden çocuklar evlerine abluka için gerekli malzemeyi taşırken öğretmenlerinin şehri hızla terk edişine tanıklık ettiler. Şimdi yarın bu çocukların o okullar yeniden açılsa ve o öğretmenler geri dönse bile umursamazca okula o öğretmenin sınıfına gideceğini mi sanıyorsunuz?
6-7 yaşlarında küçük çocuklar düşünün ki kendi mahalleleri olarak adlandırdıkları sokağa girmek isteyen kişiye sordukları parola, karşısındaki, yanındaki ya da kilometrelerce ötesindeki başka bir sokaktaki çocuklarla aynı: "Bijî Serok Apo" Ve bunu bağırarak söylemeden de giremezsiniz, bu kadar basit.
Bu çocuklar bir yandan sokakta devleti ve saf kötücüllüğü her gün deneyimliyorlar diğer yandan ise Rojava'daki devrim süreciyle birlikte yeni bir yaşamın inşa edilmesinin mümkün olduğuna da tanık oluyorlar. Sarı kırmızı yeşil bayrağın her gün ismini bile duymadıkları bir kasabada ya da köyde dalgalandırılışına tanık oluyorlar.
Üstelik her gün Rojava'yı metrekare metrekare özgürleştirenler arasında bizzat kendi ağabeyleri ya da ablaları da var. Direnişin kazanımlarını da görüyorlar, hatta tadıyorlar. Bugün hangi Kürt Rojava'daki herhangi bir kazanımdan gururlanmıyor ki? Ama bu çocuklar daha da fazlası: Kürt halkının geleceği. İşte bu yüzden bu "intikam çocukları" hem isyanın, hem de inşaanın çocukları. Her ikisini de bilinçlerinde, yüreklerinde ve ellerinde taşıyorlar.
Nusaybin'de bir hendek |
Bu "son kuşak" Kürt sorununa, demokratik çözüme, özyönetime, barışa nasıl bakıyor?
Kürt toplumu ne zaman analiz edilse herkes Kürt toplumunun acaba barışa yatkın olup olmadığını garip bir merakla sorar. Belki de yeryüzünde hiçbir halk için bu kadar barışa nasıl bakıyorlar, acaba barış için ne düşünüyorlar sorusu sorulmamıştır. Mesela hiç Amerikalılar ya da İngilizler ya da Fransızlar barışa yatkın mıdır sorusu sorulmaz, elbette ki bu soru Türk toplumu için de sorulmaz.
Aslında bu samimiyet testinin anlaşılır bir tarafı var. Ama bu tam da sorunun sorulduğu tarafa ilişkin, onun sürekli samimiyetini sorgulama hakkını kendinde görmesi üzerinden fark edilebilecek egemen sömürgeci bakıştır. Bu yüzden bu soru defalarca yanıtlanmıştır. Elbette ki, son 37 yıldır savaşa tanık olan hatta son 150 yıldır neredeyse savaşın, yıkımın hiç eksik olmadığı topraklarda yaşayan Kürt toplumu ruhsal bir hastalığa mı sahiptir ki barış içinde bir arada yaşamaktan kaçsın.
Bugün Kürtlerin yaşadığı dört parçaya bakın. Kiminle savaşıyorlar? Ne için savaşıyorlar? Ne istiyorlar ve neden ayağa kalkmışlar? Asıl sorulması gereken budur. Bu ise sömürgeci üstten bakışa sorulmalıdır. Karşılığında da Kuzey Kürtlerinin kendilerine model aldıkları Rojava'da farklı etnik toplulukların ve inançların bir arada özgürce yaşadığı ve temsil edildiği; kendi kendilerini yönettikleri görülürse belki barışa yatkınlık sınavını da geçebildiğimiz görülecektir.
Bu kuşağın "öfke"si nasıl diner ?
Kürdistan toplumunun yaklaşık yüzde 30'u 18 yaş altında. Ve tek kelimeyle geleceksizler. Bunun nedenini iyi ya da kötü devletle eşleştirdiklerinden beri de tek gelecek umutları Kürdistan. Onlar bunun bağımsız, konfederal, federal, özerk olmasıyla ilgilenmiyorlar. Özgür olmasıyla ilgileniyorlar. Çünkü Kürdistan'ın özgürlüğü onlar için de özgürlük demek. Bu kuşağın öfkesi nasıl mı diner? Bizzat kendi kendilerini yönettiklerini bildikleri, gerçekten güvenlik içinde, çocuk kaygılarının dışında bir kaygıları kalmadığı gün, sokağa çıktıklarında onlara kurşun sıkan, gaz bombası atan, ağız dolusu küfürler eden bir zırhlı araç kalmadığı gün. Tıpkı Rojava haberlerinde gördükleri türden ya da Newroz'da tanık oldukları gibi her yanın sarı-kırmızı-yeşile süslendiği gün. (NV)
* CMUK: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
Bildiğin gibi değil/ 90'larda Güneydoğu'da Çocuk Olmak, Rojin Canan Akın - Funda Danışman, Röportaj, Metis/Siyahbeyaz, Yıldırım Türker'in sunuşuyla, editör: Tuncay Birkan, grafik tasarım: Semih Sökmen, kapak fotoğrafı: Atilla Durak, fotoğraflar: Funda Danışman - Rojin Canan Akın, ilk basım: Haziran 2011, İstanbul, 310 sayfa. |
Rojin Akın kimdir?1981 Batman, Kozluk doğumlu. İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilik okudu. Halen gazetecilik yapıyor. |